Final konuları : Atatürk ve Türk Devrimi + Tanzimat (son iki konu)
Şerif Mardin
Türkiye'de
düşünce tarihi, din ve siyaset sosyolojisine yaptığı önemli katkılar nedeniyle
düşünce hayatımızın önde gelen isimlerinden biri olan Şerif Mardin, toplumumuzda
yüz yılı aşkın bir süredir gündemde kalan din, modernleşme, Batılılaşma gibi
olguları hem resmi yorumun hem de yerleşik muhalif söylemlerin dışında kalarak,
toplumsal zemin ve arka planlarıyla birlikte inceler. Mardin'in pozitivist batı
düşüncesinin Türkiye'de egemen görüşle birleşerek biçimlendirdiği “kabul
edilmiş” eğilim ve yönteme kapılmayışı, toplumsal değişim dinamiklerini genel
geçer kalıplara sokmayışı, resmi ideoloji ve Kemalist söylemin etkilerinden
uzak kalışı, onu “Cumhuriyet aydınları”nın önemli bir kesiminden kalın
çizgilerle ayırır ve bütün eserlerini toplumbilim dünyamızda ayrıcalıklı bir
yere koymayı gerektirir.
Şerif Mardin'in yerli ve yabancı bilimsel dergilerde yayımlanmış
Türkçe ve İngilizce makalelerinin ve araştırmacıyla yapılmış söyleşilerin
sistematik derlemesinin bu ilk cildi, Osmanlı İmparatorluğundan günümüze
Türkiye'de sivil toplum, siyasal kültür ve sosyal yapıyı karşılıklı ilişkileri
içinde, çeşitli alt başlıklar halinde kapsamlı bir biçimde ele alıyor.
Sivil Toplum, Siyasal Kültür ve Sosyal Yapı
SİVİL TOPLUM
SİVİL TOPLUM
“Sivil Toplum” Kavramı
“Sivil toplum"daki
“sivil”in kökü şehir hayatının beraberinde getirdiği hakları ve yükümlülükleri
ifade eder. ... Bu hukuk kodu Roma'da ve erken Bizans'ta şehir ilişkileri
çerçevesi içinde teşekkül eden bir hukuk düzeninin ifadesidir. Batı Avrupa'da,
12. yüzyıldan itibaren şehirlerin yeniden önem kazanmaya başlamasıyla, şehir
hayatım düzenleyen Roma Hukuku yeniden kullanılmaya başlanmıştır. ... 17. ve
18. yüzyılda Batı düşünürleri arasında bu kökün artık "hürriyetlerden söz
açıldığında kullanılmaya başlandığını görüyoruz. "Sivil toplum"
etrafında kümelenen tarihi ve felsefi kavramlar ise Hegel'in ve Marx'ın
kullanımlarında ortaya çıkmıştır. Böylece kavramın, I) Bir "medenilik"
anlayışıyla, 2) Batı Avrupa'nın toplumsal tarihinde çok önemli bir sosyal tarih
aşamasıyla, 3) Tarih felsefesi alanında bir tartışmayla ilgili olduğu
görülüyor.
Feodal düzenin siyasi
açıdan en önemli karakteristiği ise dağınık ve dağılmış bir sistem olmasıdır.
Feodalizmi düşündüğümüz zaman önümüze gelen imgelerden biri, zayıf bir kral ve
ülke içinde asayişin feodal asiller sınıfı tarafından sağlanmasıdır. ... İlk
önemli değişiklikler de şehirlerin ve ticaretin yeniden canlanmasına bağlıdır.
Bu gelişme feodal sisteme en ağır darbeyi indirmiştir. Gelişmeyi 12. yüzyıldan
itibaren izlemeye başlayabiliriz. Değişikliği yaratan çapraşık etkenler
arasında Ortaçağ'da güvenliğin artmasıyla gelişen ziraat ve ziraat için gerekli
olan ve yalnız şehirlerde imal edilebilen ziraat aletlerinin şehir imalatındaki
rolünü sayabiliriz.
Şehirlerin gelişmesiyle
birlikte ticaret de geliştiğinden, şehir faaliyeti toplumun tümü için yeni bir
zenginlik kaynağı oldu. Feodal asiller de o zamana kadar görmedikleri ve
mekanizmasını bilemedikleri bu yeni kaynaktan yararlanmak istediler, Fakat
yararlanabilmeleri için tüccarın, küçük esnafın ve üreticinin korunması
gerekiyordu. Şehrin üretken sınıflarıysa asillere verdikleri yeni imkanların
karşılığını almak istiyorlardı. Böylece, asillerle şehir ahalisi arasında bir
uzlaşma ortaya çıktı. ... Bu aşamada ortaya çıkan şehir özgürlükleri, Batı
tarihsel gelişmesinin en önemli karakterlerinden birini oluşturur. ... Bu
haklar içinde belki en önemlilerinden biri şehir içinde olgunlaşan grupların,
bu grubu teşkil eden fertlerden ayrı olarak, bir "hükmi şahsiyet"
kimliği kazanabilmesi ve bu kolektif kimlikle, kimliğin verdiği savunma
kabuğunun arkasına sığınarak iş yapabilmeleriydi. Burada hemen belirtmemiz gereken
bir husus, bu tip "hürriyet"lerin Osmanlı İmparatorluğu'nda son
derece güdük kaldığıdır.
Osmanlı "kamu hukuku"nda hükmi şahsiyet bir dereceye
kadar dini birimlerin kazandığı bir hüviyettir.
Bütün bunlar olurken,
Avrupa'da taşra kapsamındaki küçük birimlerin gittikçe büyüyen bir krallıklar
sistemi haline gelmeleri bir diğer yenilik çağını açtı. ... Eski milislerin
yerini milli bir ordu almaya başlamıştı. ... Krallar bu sayede güçlendikçe
şehir ahalisinden "hürriyetleri" yavaş yavaş geri almaya başladılar.
... Fakat. Devlet ne kadar güçlenirse güçlensin, üretici sınıfların desteğine
muhtaçtı. Yeni devletler şehirlilerin iktisadi verimliliğini kısıtlayan
uygulamalardan kaçındılar. Orta sınıfların palazlanmasına yol açık bırakıldı.
Hatta orta sınıflardan çok fazla fedakarlık istendiği zaman devletle orta
sınıflar arasında bir çatışma çıktı. İngiltere'de 1640'ların ayaklanması,
Fransa'da 1789 ayaklanması (değişik bir bileşimi olmasına rağmen) genelinde bu
çatışmaların ürünü olarak gösterilebilir.
Hegel'e göre
"sivil toplum", kazanç, şahsi mutluluk ve kişi statüsünün korunması
gibi hayat kesitlerinin toplu olarak yaşanmış şeklinin ifadesidir. İnsanların
tek tek yararlandıkları yaşam yönleri bu yolla kolektif bir şekil alır. Ancak
bu kolektif şekil kendi başına yeterli değildir, zira bu biçimlerin simgelediği
boyut insanların egoistliklerinin oluşturduğu boyuttur. Bu "çıkarlar
sistemi'ni düzenleyen bitaraf bir güce ihtiyaç vardır. Tarih böyle bir
ihtiyacın karşısına bitaraf bir güç olarak "devlet"i çıkarmıştır. ...
Sivil toplum tarihsel bakımdan olduğu kadar kavramsal bakımdan da bir eksiği
olan bir toplum aşamasıdır. İnsan ancak “devlet” birimi içinde yaşadığı zaman
en "yüksek" amacına ulaşmıştır.
Marx'a göre, Hegel bu
görüşünde yanılmıştır. ... Marx'a göre Hegel "sivil toplum" ve
"devlet"i iki ayrı birim olarak gördüğü için devlette iktisadi
faaliyetlere ve bu faaliyetleri düzenleyenlere "boyun eğme"
hadisesini görememiştir. ... Hegel, devleti, topluluk hayatının gerçek içeriği
saydığı sivil toplumun dışında, ona şekil veren bir çerçeve olarak görmektedir.
Oysa sivil toplumun biçimle organik bir bağlantısı mevcuttur. Devlet, kişinin
evrensel gelişmesinin sonucu değil, çıkarlarının şekillendirdiği bir sonuç
olarak görülmelidir. Devlet, şahsi çıkar çarkının dışına çıkamadığı için 19.
yüzyıl kapitalist devletinin aksine insanların gelişmesine getirilmiş bir
engeldir.
Sivil toplumun 18.
yüzyıldan itibaren yeni bir eksen kazandığını belirtmek gerekir. Bu eksen,
kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve bu gelişmenin "aydın"ların
grup niteliğini ve etkinliğini değiştirmesiyle ilgilidir.
Batı'da "milli
çıkar" dendiği zaman "kişi" ve "grup" özerkliği akla
geliyor. Türkiye'de ise "milli çıkar"ın kişi veya grup özelliklerine
bağlı olmayan kolektif bir anlamı vardır. Bundan dolayı da Türkiye'de
"hürriyet" fikri etrafındaki tartışmalar genellikle bu ikili kökten
ayrılığını anlamamaktan ileri gelen bir karmaşıklık gösterir. . Bizdeki
"kolektivist" anlayışın bir uzantısı, Osmanlı bürokratik-patrimonyal
idaresinin devlete bağlı, meşruiyet anlayışıdır. İkinci uzantısı ise iletişim
araçlarının ve aydın gruplarının gelişmemesi ve İslami sistemlerde devlete
karşı koyma geleneğinin bir meşruiyet kaynağı olarak Batı'daki gelişmelere
benzer toplumsal dayanaklardan mahrum kalmış olmasıdır.
Osmanlı topluluğunda
iki ayrı hukuk kaynağı ve bu doğrultuda iki ayrı meşruiyet kaynağı mevcuttur.
Bunlardan birincisi Şeriat, ikincisi "Örf-i Sultani", yani padişahın
kanun koyma yetkisidir.
İslam'ın başından beri, İslami inançları ilkel saflığıyla korumayı
devlet birimini korumak kadar önemli sayan bir akımla karşılaşırız. Devlet bu
saflığı ortadan kaldıracak eğilimler gösterirse devlete karşı konur. Bu tutum,
İslam tarihinde ve Osmanlı tarihinde beliren uzun bir halk ayaklanmaları
geleneğinin tarihsel-toplumsal içeriğini oluşturur.
Bütün bunlardan
çıkaracağımız sonuç, kendi demokratik "geleneğimiz" in, 1) bir
boşluğa (sivil toplum eksikliği), 2) Batı “kamuoyu”nun tarihsel temeli olmadan
gelişen “biçim”ine, 3) bir İslami yapısal unsura (İslami popülizme), dayandığı
söylenebilir.
Batı'da kilise/seküler
güçler, feodalite/burjuvazi/endüstri proletaryası, yerel odaklar/mllll odaklar
şeklinde görülen kutuplaşmaların yarattığı çatışmalar yerine, Osmanlı
İmparatorluğu'nda çatışmalara uzun vadede bakıldığında, bunların cemaat/devlet
ekseninde odaklandığını söyleyebiliriz.
Osmanlı
İmparatorluğu'nda Batı'da devletin merkeziyle teba arasında bir köprü ya da
tampon vazifesini gören "stande"
, "Rechtsgemeinschaften" ya da
mahalli “parlement'
'lar yoktur. Biraz farklı bir yaklaşım Osmanlı İmparatorluğu'nda özel
mülkiyetin korunmamış olduğu tezidir.
Osmanlı
İmparatorluğu'nda “Kul" statüsünde olanların gerek hayatları gerek malları
açısından padişahın iradesine bağlı olduklarını biliyoruz. Bunun kanıtı
padişahın beğenmediği devlet adamlarının idam hükmüne ya da mallarının
müsaderesine ne kadar kolayca karar verildiğidir.
“Kul" statüsünün
garantileri eksikse de Padişah'la ve yönettiği idareci sınıfla (askeri sınıfı) dolaylı
bir ilişkisi olan “Sade Vatandaş'ın hayatı çok daha emniyetlidir. Kendisine bu
güveni sağlayan da Şeriat'ın günlük hayatları üzerine açtığı şemsiyedir.
İslam ümmeti, İslam
başlangıç devirlerinde Peygamberin etrafında toplanan bir müminler cemaati
olarak teşekkül etti. Bu cemaat, Hıristiyan inançlarının etrafında odaklanan
cemaatlerin aksine, siyaseti "ikincil" bir faaliyet alanı olarak
değerlendirip, siyaset alanına sırt çevirmemişti. Aksine, cemaatin günlük
kaygılarında politika önemli bir yer tutuyordu.
Peygamberin otoritesi
dini konulara değindiği kadar siyasi konulara da değiniyordu. Peygamberin
işlevi din olduğu kadar siyasi idi ve yerine geçecek olan kimseler onun yalnız
dini rolünü değil, siyasi rollerini de tevarüs etmek için mücadelelere
girişiyorlardı.
Her ne kadar İslam'da
"Kiliseye" tekabül edecek bir kurum yoksa da, İslam'ın ilk yüzyılları
bir İslami aydın tabakasının oluşumuna tanık olmuştu.
Hodgson İslam'ın ilk iki yüzyılındaki gelişmeden şöyle bahsediyor: ’’SünniMüslümanlar
arasında olduğu kadar Şiiler arasında da Ulema adı verilen bir dizi inanmış
erkek ve kadın, özel ve kamu yaşamı için Şeriat’ten esinlenmiş bir proje olarak
tanımlayabileceğimiz bir plan oluşturdular. Kestirebileceğimiz gibi bu kişiler
İslam'ın kamuya intikaline hakim oldular. İslam'ın spekülatif ve teolojik
düşüncesi üzerinde çok etkili oldular.”
Selçukluların önemli
başarılarından biri bu rükn'ü
devlet mekanizması içine almak oldu. Ulema da dini akademiler olan medreselere
devlet desteğini temin etmekle bu gelişmeden faydalanmışlardı. Diğer taraftan
Medreseden yetişenlerin de devlet "barem"inde yer almaları, Şeriat
üzerine kurulu adli mekanizmanın bir devlet mekanizması olarak çalışması
sağlanmıştı. Selçuk Veziri Nizam ül-Mülk bu ilginç "darbe" nin mimarı
olarak gösterilir.
12. yüzyılda amaçlarına
uygun şekilde kullanıldıkları zaman devletin müdahalesinden masun olan vakıflar
da kurumlaştı. ... Her ne kadar Ulema bu kaynakların kullanılmasında mütevelli
olarak gözüküyor idiyse de, pratikte vakıf konumu kendilerine oldukça geniş bir
otonomi sağlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki ikili işlevi sayesinde, Ulema
eskiden beri üstlendiği, halkın çıkarlarının temsilcisi rolünü daha da etkili bir
biçimde sürdürebiliyordu. ... Ulema'nın halkı unutup politikacılarla işbirliği
etmesi için bir kapı açılmıştı. Medreseden çıkanlar bu imkanları
kullanabiliyorlardı. Bu gelişmenin bir sonucu da iki Ulema tipinin ortaya
çıkması oldu: alt düzeylerde "halkla birlikte" yaşayan ve
isteklerinin tercümanı "alt tabaka" Uleması ve "resmi
Ulema" ya da "Ulema-yı Rusum."
İdeal İslam
topluluğunun nasıl kurulacağı konusunda oldukça net işaretler verdikleri
oranda, Kuran'ın emirlerinin bir ideoloji olarak çalışması daima imkan
dahilindeydi.
Devletin karşısında
odaklanan ikinci bir küme de tasavvuf kurumlarıydı. ... Tasavvufun, bu somut
biçimiyle 13-15. yüzyılları arasında Selçuklular ve Osmanlılara kök söktüren
ayaklanmalar da çıkardıklarını unutmamamız yerinde olacaktır.
İmparatorluk merkez
teşkilatı Ulema'yı kendine sıkı bir şekilde bağlamayı bilmiştir. İmparatorluk
Medrese sistemini genel devlet işlerine faydalı olacak şekilde
sistematikleştirdi ve geliştirdi. .Osmanlılar gene aynı siyasi niteliğin bir
sonucu olarak Şeriatı "ayrı fakat eşit" denebilecek bir özel hukuk
alanına yerleştirmeye de özen gösterdiler. Bu da alelade vatandaş için sosyal
hayatı ve ekonomiyi kapsayan bir düzenleme ve o oranda da bir garanti idi.
Genel özel hayatın
"Örf-i Sultani"den uzak, bir çeşit masuniyetle korunmuş olarak
cereyan etmesi açısından "sivil toplum"un varlığını ileri
sürebiliriz.
Loncaların çalışmasına, devletin esnaf üzerindeki kontrolüne ve
siyasi kurumlardan uzak tutulmalarına baktığımızda imaj biraz daha bulanık
gözüküyor.
"Sivil toplum"un
bu komponentleri bilhassa entelektüel, edebi sanatsal faaliyetlere girişmişler
ve bu oranda farklı bir sosyal kimlik geliştirmeye başlamışlardı. ... Bunlar
gittikçe artan çalışmalarını bir dizi kuruluş ve iletişim araçlarıyla (bilimsel
dernekler, edebi salonlar, mason locaları ... ve günlük ve periyodik basın)
geliştiriyorlardı.
Bunların
kamusal (public) yönü de her gelene çok açık olmalarıydı. Buna ilaveten, her
katılan, nispeten gemlenmemiş açık bir tartışmaya katkıda bulunmakta serbestti
ve bunun amacı da herhangi bir konuda geniş bir yayımı olan bir "amme
efkarı" oluşturmaktı.
18. yüzyılın sonunda bu unsur (the public) Osmanlı
İmparatorluğu'nda mevcut değildi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda "amme efkarı" yeraltında
oluşan bir mekanizmaya bağlıydı ve yayın tekniği şayia ve karalamaydı.
19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nda reform devridir. ... Batı'da
olduğu gibi burada da reformun ana amacı devlet teşvikiyle tebayı üretici bir
duruma getirmekti.
Osmanlı
İmparatorluğu'nda bir "kamuya açık alan" (public sphere) gene de
Tanzimat reformlarının bir ürünü olarak ortaya çıktı. ... 1860'larda, Bab-ı
Ali'nin kalemlerinde yetişmiş ve daha sonra gazeteciliğin kurucuları olarak
gözüken bir grubun gazetelerdeki yazıları bir çeşit "amme efkarı"
yarattı.
Bu Osmanlı intelligentsia'sı
büyük halk kitlelerinden kopuk olarak iş gördüğü oranda onu beraberinde
demokratik bir idareye doğru sürüklemenin yükünden kurtulmuştur. ... Bunu,
biraz basitleştirerek Şeriat-Özel hukuk-halk uleması kesitinin,
devlet-bürokrasi-merkez kümesiyle olan çatışmasının nitelik bakımından farklı
yeni bir aşaması olarak değerlendirebiliriz. ll. Abdülhamid'in dehası, bu
çatışmayı sezinleyerek kendisini "halkçı" kümenin lideri olarak
"satabilmesi"ydi.
Gerek İttihatçılar
gerek Kemalistler bu "ara"yı temsil edecek kurumları (bankalar vs),
sınıfları (ticaret ve endüstri burjuvazisi) ve yasaları (Cumhuriyetin medeni
kanunu ve ticaret yasaları) temellendirmeye çalıştılar. İlginç olan ve kurumsal
sosyolojinin üzerinde durması gereken gelişme “sivil toplum” kurucu olarak
tanımlayabileceğimiz bu yeni yapıların uzun vadede zamanımızda Kemalistler
tarafından değil, fakat dindar Müslümanlar tarafından zapt edilmiş
olduklarıdır.
Vergi ve toprak yönetimini
mutlaka merkezileştirmese de sıkıca denetim altında tutan ve resmi dinsel
düzene egemen olan merkez, adalet ve eğitim alanlarında ve yasallığın
(resmiyetin) simgelerinin yayılıp tanıtılmasında, sağlam dayanak noktaları
bulmuştu.
Modern devleti yaratan
merkezileşme süreci, dayandığı feodal temellerden ötürü, çevre güçleri
diyebileceğimiz şeylerle uzlaşmalar yapılması sonucunu veren bir dizi karşı
karşıya gelmeyi kapsamıştı. ... Art arda kendini gösteren bu karşı karşıya
gelmelerin ve tanınıp kabul edilmelerin çok önemli sonuçları olmuştur. Karşı
karşıya gelmeler çeşitliydi. Devlet ile kilise, ulus kurucular ile yerelciler,
üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar arasındaki çatışmalar, bunun
örnekleridir. Bu çapraz bölünümler, Batı Avrupa modern siyasasının
bükülgenliğine büyük ölçüde katkıda bulunan çeşitli siyasal kimliklerin ortaya
çıkmasına yol açtı.
19. yüzyıldan önce
Osmanlı İmparatorluğu'nda ... temel karşı karşıya gelme, tek boyutluydu ve her
zaman, merkez ile çevre arasındaki bir çatışma olarak ortaya çıkıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu, miras yoluyla geçen bir bürokrasi ve feodal
beyler tarafından değil de merkezden denetlenen bir ordu kurmakta başarı
göstermişti, ama Osmanlı toplumu bu çerçevenin içine kolayca girip oturmuyordu.
İmparatorluğun bazı bölümlerinde, İmparatorluk-öncesi bir soylular sınıfı
varlığını sürdürmüştü, soy sop zincirleri hala güçlüydü, dinsel tarikatlar
özerk güçlerinin dayandığı temelleri hatırlatabilirlerdi ve çeşitli etnik ve
dinsel gruplar vardı.
Bu dağınık potansiyelin özel bir durumu, devlet ile İmparatorluğun
çekirdeği olan Anadolu'daki göçebeler arasındaki ilişkiydi.
Merkez-çevre
kopukluğunun bir başka vurucu öğesi, merkezin, bir Osmanlı-öncesi soylular
zümresinden kalan izlere ve yıldızları Osmanlılarla birlikte parlayan taşralı
bazı güçlü ailelere karşı kuşkuyla davranmasıydı. Taşralar ayrıca, baş eğmez
din sapkınlığının da fesat yuvalarıydı. Kargaşalık çıkaran tarikatlar, karşıt
görüşleri uzlaştırmaya yönelen dinler, Mesih olduğunu ileri sürenler uzun süren
ve iyice hatırlanan bir tehlike oluşturmuşlardı. Osmanlı taşraları, taht
üzerinde hak iddia edenler için elverişli yerler haline geldiğinde çevre,
ayaklanmaların çıkış noktası görevini yerine getirmesi için gerekli olanı da
edinmiş oldu.
İmparatorluk
genişledikçe Osmanlılar, karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, yerel
törelere yasallık tanıyarak ve etnik, dinsel ve bölgesel özelliklere yönelik ve
merkezsel olmayan bir uzlaşma sistemini pekiştirerek baş ettiler. ... Bu
yan-özerk gruplar arasında, kendi din liderleri tarafından denetlenen
gayrimüslim toplulukları sayabiliriz.
Dinsel kurum, merkez
ile çevre arasındaki sınır çizgisi üzerinde yer alıyordu. Modernleştirme
boyunca ve merkezin laikleştirme siyasetlerinden ötürü de bu kurum çevre ile
gittikçe daha fazla özdeşleşti.
Resmi görevlilerden
vergi alınmıyordu ve İmparatorluğun geliştiği dönemde bunların servetleri en
zengin tüccarlardan aşağı kalmıyordu. ... Bu, ülkenin en önde gelen
yurttaşlarının tüccarlar değil de, siyasal iktidarı elinde tutanlar olduğunu
göstermektedir. ... Resmi görevliler, yönetici olarak geniş iktidara
sahiptirler, ama bunun tersine kul statüleri dolayısıyla, özel yönetim
yasalarına bağlıydılar ve Müslüman halkın "medeni hakları"ndan
yoksundular.
Bir başka ... özellik,
merkezin bir ölçüde askeri yapıya sahip olmasıdır ve İmparatorluğun başarısı,
büyük ölçüde, askeri güçleri denetleyip harekete geçirmekten doğan bir
başarıydı; yönetici seçkinler ile bütün öteki bireyler arasındaki ayırım,
askeri terminoloji ile dile getiriliyordu.
Bu bürokratik
çekirdeğin, pek de haklı olmayarak ekonomiyi ve toplumu büyük ölçüde denetim
altına alma iddiası, besin maddelerinin ticaretini denetiminde tutması, toprak
mülkiyetine koyduğu sınırlamalar ve savurganlığı kısıtlamaya yönelik yasalar
aracılığıyla, toplumsal katmanları pekiştirmeye çalışmak için gösterdiği
titizlik ve sertlik, devlet otoritesini, toplumun can alıcı noktalarının
üstünde tutma ve ona denk düşen bir yücelik imgesi yaratma amacı güdüyordu. ...
Sultan, kentlerin dışındaki ekilebilir topraklar üzerinde tam mülkiyet hakkına
sahipti. ... Ama başlıca üç nedenden ötürü, devletin etkinliği kısıtlanıyordu:
Bazı bölgelerde, toprak serbest mülkiyet olarak verilmişti; öteki bölgelerde
ise, mülkiyet haklarının devamı, Osmanlı fethi sırasındaki feodal sisteme
dayanıyordu. Üçüncü olarak, birçok bölgede devlet, toprağın eşraf tarafından
ele geçirilmesine karşı çıkacak güçte ya da istekte değildi.
Devletin siyasal ve ekonomik konulardaki denetim iddiası, kültür
üstünlüğü hakkıyla da destekleniyordu. ... Özellikle İran'ın bürokratik
kültürü, Osmanlı kurumlarının içine sızmıştı. Örneğin yöneticiler, alt
sınıflara yabancı dilleri (Farsça ve Arapça) benimsetmişler ve bunları resmi
kültürle kaynaştırmışlardı.
Çevre, resmi düzenin
okumuş ve yetişmiş üyelerinin yararlandığı eğitim kurumlarının ancak birinden,
yani dinsel öğretim kurumlarından yararlanabiliyordu. ... Osmanlıların en güçlü
olduğu ve koruyucu çaba olarak Sultan imgesinin elle tutulur bir ekonomik
gerçeklik taşıdığı sırada bile saray, resmi görevliler ve siyasa, halk
takımının uzak durduğu ürkütücü şeylerdi. ... Eski resmi dilde siyaset, devlet
nedenleri yüzünden verilen ölüm kararı anlamına da geliyordu.
Çevrenin ekonomik ve
toplumsal yaşamına; devletin zorla el atmasına karşı çıkanların dünya görüşü,
bir tarz değilse de, yerelcilik, bölgecilik ve heterodoks dini inanç olarak
kendini ortaya koyan bir tavır doğurdu. “Temel gruplar” denen şey, çevrede
önemli rol oynadı ve böylece bir grupla özdeşleşme, bu çevresel tavrın
edinebileceği çeşitli biçimlerden biriydi.
Tımar ve zeamet
sistemi, özellikle etnik olan bir bütünleştirici mekanizmaydı ve İmparatorluk
ortaya çıktığı sırada normal tımar ve zeamet sahibi, köylülerle yakın bağları
olan bir ekin yetiştiriciydi.
Osmanlı resmi görevlileri,
ancak imparatorluk gerilemeye başlayınca, kendi toplumlarını talan eden
kimseler durumuna geldiler. ... Merkezin adamları olarak eşraf, belli bir
yasallığa sahipti, ama daha fazla özerklik, ancak devlet gücüne meydan okumakla
ya da düpedüz ayaklanmayla elde edilebilirdi.
19. yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğu'nda, çözülmesi gereken başlıca üç sorun ortaya çıktı. ...
Sorunların birincisi, gayrimüslim grupların ulus-devlet içinde
bütünleştirilmesiydi; ikincisi, çevrenin Müslüman öğeleri için aynı şeyi
yapmak, yani İmparatorluğun mozaik yapısına düzen vermekti, son olarak,
"ulusal topraklardaki" bu "birbirinden ayrı öğelerin
"siyasal sisteme anlamlı bir katılımda bulunacak" duruma getirilmesi
gereğiydi.
Genellikle göz önüne alınmamasına
rağmen, Müslüman öğelerin ulusal bütünleştirilmesi, gayrimüslimlerin
bütünleştirilmesi kadar sorun yaratıyordu. ... II. Abdülhamid (1876-1909), hala
göçebe yaşayanları yerleşik düzene geçmek konusunda zorlayarak çevrenin
bütünleştirilmesine devam etmeye çalıştı. ... Abdülhamid'in Pan-İslamizm
siyaseti, bütün Müslümanları birleştirme hayali olmaktan çok halkını
İslami-İmparatorluk düşüncesi çevresinde birleştirmek için bir çeşit
ön-ulusalcılık kurmak amacıyla harcadığı bir çabaydı.
Bütünleşme eksikliği,
merkezci olmayan yönetim konusunda ileri sürülen istek ve ayrıca Jön Türklerin
laik düşünceleri olarak görülen şeye karşı taşranın direnişi, onların
iktidardaki yıllarının başlıca tema'sıdır ve Anadolu'nun dışında olduğu gibi
içinde de kendini gösterir.
Osmanlı yönetim sisteminde, 1876'dan sonra görev yerlerinin sayısı
önemli ölçüde arttığı için, orta ve aşağı dereceden memurlar, paralarını
düzensiz bir biçimde alıyorlardı. Böylece eşraf, resmi görevlilerle bir ortakyaşarlık
ilişkisine girdi ve rüşvet verme yeni boyutlar edindi. ... Bu yeni eşraf
katmanı arasında, taşra din adamları da sayılabilir. Bunların çoğu, mülk
sahibiydi ve yerel "etkili" kişiler arasında yer alıyordu. Ama alt
sınıflar üzerindeki etkileri ve dayanakları, din ve eğitimle uğraşmalarının
sonucuydu. Gittikçe güçlenen laikleşme hareketi karşısında bu din adamları,
çevre ile daha açık bir biçimde yakın ilişki kurdular.
Türk eğitim kurumunun
modernleştirilmesi, resmi görevlilerin kurumlarıyla başlamıştı. Taşralar,
seçkinlerin eğitiminin dışında kalmıştı ve taşralıların çoğu (etkili
taşralıların bile çoğu), çocuklarını, modern okullara gönderemiyordu ya da
göndermek istemiyordu.
İslamiyet'e ve onun
kültür mirasına sarılmak da, çevreyi yeni bir kültür çerçevesiyle
bütünleştiremeyen merkeze, çevrenin verdiği bir karşılıktı. Böylece taşralar,
"gericilik" merkezleri haline geldi. ... Osmanlı başkentindeki alt
sınıflar da, modernleştirme akışına katılmakta güçlük çeken kimseler anlamında,
yani bu yeni anlamda, çevrenin bir bölümünü oluşturuyorlardı.
Bürokratın Batılılaşması Olarak Modernleşme
Türk Kurtuluş Savaşı
(1920-1922) sırasında, bu merkez çevre ikiliği, ulusal direnme hareketinin
yönetici organı olan Büyük Millet Meclisinde bir kez daha ortaya çıkar. Burada
Kemalistler, görevinden alınmış memur sınıfı üyelerinin liderliğinde bulunan ve
genellikle eşrafın partisi olan dağınık bir grupla mücadele etmek
durumundaydılar. Bu grup, "İkinci Grup" diye bilinir.
Bu kimseler,
milletvekili seçimi, askerler, dinsel öğretim ve dinsel uygulama konusunda çok
ilginç bir dizi siyaset ileri sürdüler. Seçimlerde milletvekili olarak
adaylığını koyacak kişinin seçim bölgesinde beş yıl oturmasını istediler;
askerleri denetim altına almaya çalıştılar ve jandarmaların halkı soyduğunu
ileri sürerek jandarma kuvvetlerini İçişleri Bakanlığı'na bağlamaya çalıştılar,
din okulları aracılığıyla eğitim yapmayı kuvvetle desteklediler, içki
kullanımını ya saklayan bir yasa onaylattılar. ... Topluluğun, Kemalistlere
muhalefetin bir dayanak noktası olduğu kesindir.
Her iki taraf da
"halk" için çalıştığını ileri sürüyordu. Ama İkinci Grup için bu söz,
merkeziyetçilikten kurtulma ve ekonomik liberalizm anlamını açıkça taşıyordu.
Etkinlikleri 1925'teki
Kürt ayaklanması ile aynı zamana rastlayan yeni bir parti (Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası) kurulunca, hükümete iki yıllık süre için geniş yetkiler
tanıyan Takriri Sükun yasası kabul edildi. Yeni parti ile ayaklanma arasında
bir ilinti olmadığı halde, yeni muhalefet merkeziyetçilikten kurtulma özlemlerini
temsil ediyordu. Yeni parti, "dinsel gericilikle ilintileri olduğu
söylenerek aynı yıl kapatıldı; gerçekten de ayaklanmanın ana teması, Kürtlükten çok bu
olmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti'ni
kuranlar, devletin güçlendirilmesini ilk amaç olarak benimsediler ve eşrafa
bağımlı kalmayı gerektirse bile bundan vazgeçmediler. ... Başka bir deyişle,
her şeyden önce, merkezin güçlendirilmesi, yani çevreye karşı partinin
güçlendirilmesi gerektiği düşünülüyordu. Cumhuriyetin geliştirdiği halkçı
temalara, rağmen, kökten devrimci olmayan yan, bürokratik düşünüş ve davranış
tarzının işte bu özelliğiydi.
Halk Partisi, kırsal alanda yaşayan kitlelerle ilinti kuramıyordu.
... Tarım kesiminin yarattığı pek az artı-değer, Türkiye'nin kalkınmasının
büyük bir bölümü için kullanıldı. ... Köylüler, kredi, sosyal yardım ve
Türkiye'nin bazı bölgelerinde de korunmak için hala eşrafa dayanmak
zorundaydılar. Kemalistlerin enerjisi, köylülerin sistem içindeki yerini köklü
bir değişikliğe uğratmaktan çok, ulusal kimlik simgelerinin yaratılmasına
yönelmişti.
Yasalar koyarak tepeden
inme bütünleştirmeyi sağlamak, Osmanlı toplumsal yöneticiliğinin temelinde
bulunan bir davranıştı. Kemalizm'in karakteristik özellikleri de, toplum
konusundaki bu görüşün hala ağır bastığını gösterir. ... Kemalistler,
yönetmeliklerin ve tüzüklerin önemini çok iyi biliyorlardı, ama bazı çağdaş
modernleştirme şemalarında, toplumun yeniden kurulması için kitlelerin harekete
geçirilmesi gerekliliğini ortaya koyan devrimci ve harekete geçirici yanı
gözden kaçırmışlardı.
Cumhuriyetin resmi tutumu, Anadolu'nun dama tahtasına benzeyen
yapısını, hiç sözünü etmeden reddetmekti. Cumhuriyet ideolojisinin
benimsettirildiği uşaklar da böylece, yerel, dinsel ve etnik grupları,
Türkiye'nin karanlık çağlarından kalma gereksiz kalıntılar olarak görüp
reddettiler. ... Atatürk, siyasal harekete geçirme ya da toplumsal yapıya
ilişkin köklü değişikliklere girişme aracılığıyla başaramadığı şeyi, ideoloji
ile yapmaya çalışıyordu.
İdeolojiye aktarılan
çok ağır bir yüktü bu. Zaten ayrılıkçı olarak kendisinden kuşku duyulan kırsal
alan, bu siyasetlerle merkeze daha fazla yaklaştırılmış olmadı. Küçük, ama
sürekli bir gelişme konusunda dikkate değer bir yatkınlık gösteren çevre,
kentlerin refahının kendi sırtından sağlandığını, nutuklarla avutulduğunu, ama
dinsel kültürünün mutluluğundan yoksun bırakıldığını görebiliyordu. Bundan
ötürü, yerel eşrafın, köylüyü elinde tutmasına ve devletin de, çevrenin
birliğini parçalayamamasına şaşmamak gerekir.
Eşrafın koruduğu
kimselerin kutuplaşmamsa yol açan bir durum eskiden beri vardı. Gerçekten de
köylü, hükümetin koruyuculuğunu elde edemediği ya da eşraftan biri tarafından
tehdit edildiği veya sömürüldüğü zaman, korunmak için bir başkasına
yöneliyordu. Hükümet gözle görülür hale gelince, bu kutuplaşma potansiyeli yeni
bir biçim kazandı. Hükümetin taşralarda varlığını ortaya koyması, hükümet
iznine bağlı yeni olanakların elde edilebileceği anlamına geliyordu. Örneğin,
kullanım hakkı hükümete ait bir taş ocağının işletme iznini, öşürle çiftçilik
yapma hakkını alma, bayındırlık işleri için sözleşmeler yapma ve yerel yönetim
kuruluşlarında görev edinme gibi.
İki ayrı eşraf grubu
bulunduğu zaman, bunlardan birinin bütün bu olanakları önceden edinip kendi
çıkarları için kullandığını söyleyebiliriz. Daha sonra da, rakip grup,
merkezdeki ilişkilerini kullanarak durumu tersine çevirmeye çalışıyordu. ...
Böylece, parti örgütlerini denetim altında tutan eşraf aileleri ortaya çıktı.
Bazı aileler, 1912 ile 1913 arasında Türk siyasasına dilediğince hükmeden
İttihat ve Terakki ile etkin ilişkiler kurdular.
Demokrat Parti'nin
1950'de Batı Türkiye'nin daha gelişmiş bölgelerinde büyük bir seçim desteği
elde etmesini açıklayan kuramlar, genellikle şu iki noktadan biri üzerinde
önemle dururlar ve bu desteği ya köylülerin yaygın bir biçimde hoşnutsuz
olmasıyla, ya da hükümetin 1945'te uygulamak istediği toprak dağıtımı yasasına,
Büyük Millet Meclisi'nde karşı çıkan eşrafın baş kaldırmasıyla açıklarlar. ...
Bu farklı görüş, Batı Türkiye'de, ll. Dünya Savaşı sırasında büyük ve daha
zengin köyler ile kasabalar arasında ansızın hızlanan bir bütünleşme olduğu
gerçeği üzerinde temelleniyor.
Bir "Savaş Ekonomisi" politikası ilan eden devlet, besin
gereksinimlerinin karşılanmasının can alıcı noktalarını denetimi altında
tutuyordu. Böylece, hükümetle ilişki kurmak, tarım kredisi almak ya da resmi
diploma alsınlar diye oğullarını bir hükümet okuluna göndermek isteyenler için
ne kadar zorunluysa, küçük ve büyük tüccarlar için de o kadar zorunlu oldu.
Köyde hükümetin temsilcisi olan muhtar böylece, hükümetle ilişkiyi
sağlayabildiği için büyük önem kazandı.
Bürokratik denetimin kösteklediği ve bürokrasiye bağımlılığın
öfkelendirdiği menfaatler, yeni partiyi, amaçlarına uygun bir araç olarak
gördüler.
Simgesel ve kültürel
aksesuar (Demokrat Parti üyeleri tarafından camilere ve dinsel törenlere
olağanüstü ilgi gösterilmesi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin bunu istemeye
istemeye izlemesi) , laikliğin elden gittiği ileri sürülerek sert itirazlara
hedef olmuş ve böylece Demokrat Parti, çevre kültürüyle özdeş bir kuruluş
olarak görülmüştü.
Demokrat Parti, İslamiyet'i ve kırsal değerleri yasallaştırdı
[resmileştirdi].
Türkiye, 1950'lerin
başlarında, toprak bakımından bir ölçüde zengin bir ülkeydi ve bundan ötürü
toprak dağıtımı önemli bir konu değildi. İşbirliğinin her iki tarafa da kar
getireceği konusundaki ortak anlayışa dayanan çerçeve içine yerleşmiş olan
eşraf-köylü ittifakı, çok daha etkili ve iyi bir biçimde yürüyordu.
Bu dar geçitlerde,
Cumhuriyet Halk Partisi, gelecekte yapması gereken işin örgütlenme ve harekete
geçirme olduğunu kavrayacak yerde, eski ideallerin korunmasına sımsıkıya
bağlandı. Böylece bürokratlar da onu, en iyi işbirliği umabilecekleri parti
olarak seçtiler. Bu durumda, Cumhuriyet Halk Partisi'nin "bürokratik"
merkezi, Demokrat Parti'nin ise "demokrat" çevreyi temsil ettiğini
ileri sürmeyi sağlayacak sağlam nedenler ortaya çıkmış oldu.
Geriye baktığımızda,
modernleşme boyunca çevresel düşünüş ve davranış tarzının iki yüzünün kalın
çizgilerle ortaya çıktığını görüyoruz. Bunlar, temel gruplardan oluşmuş bir
gerçek olarak çevre ve resmilik-karşıtı kültürün bir merkezi olarak çevredir.
Statü farkındalığı (status awareness), tabaka
(stratum) farkındalığı,
tabaka bağlılığı (affliation),
tabaka bilinci ve tabaka eylemi. Bu şemada, statü farkındalığı, sürekli
[kesintisiz] statü dizilerinin algılanması; “kendini
ve başkalarını konumlandırma yeteneği" olarak
tanımlanmıştır. Buna karşılık; tabaka farkındalığı, ayrı [kesintili],
sıralanmış kategorilerin algılanması, yani "kendini
ve başkalarını tabakalara yerleştirme geleneği" anlamında
kullanılmaktadır. Tabaka farkındalığının özel bir varyantı da, "ekonomik ölçütlere dayalı bir
tabaka farkındalığı türü" olan sınıf farkındalığıdır. Tabaka
bağlılığı, bir tabakaya ait olma duygusunu dile getirmektedir. Tabaka
bağlılığının da, ırksal tabaka bağlılığı, mesleki tabaka bağlılığı, dinsel
tabaka bağlılığı ve sınıf bağlılığı gibi türleri vardır. Sınıf bağlılığı, salt
ekonomik ölçütlere dayalı bir tabaka bağlılığı türüdür. Bu ölçütler karma
olarak da ele alınabilir; sözgelimi hem ırk hem "yaşama
üslubu" öğelerine dayandırılabilir. Bu karma ölçütlere
uyanlar (bağlı olarak yaşayanlar) bir toplumsal zümre (socialset)
oluştururlar. Tabaka bilinci, "tabaka
çıkarları ve ideolojisiyle özdeşleşme ve onlara bağımlı
olma"dır. Tabaka bilincinin salt ekonomik ölçütlere dayalı türü sınıf
bilincidir. Son olarak da, tabaka
eylemini “tabakanın çıkarları ve ideolojisi adına davranma”
olarak tanımlayacağız; sınıf eylemi ise, tabaka eyleminin salt ekonomik
ölçütlere dayalı bir türüdür.
Orta Asya'ya özgü,
önceden belirlenmiş ve başarıya bağlı ölçütleri hemen hemen eşit ağırlıkta
özümsemiş olan Türk toplum yapısı, bu açıdan Batı Avrupa'nın tarihsel evriminde
rastlanan koşullarla hiçbir benzerlik göstermemektedir.
Daha eski Türk
topluluklarında olduğu gibi, Oğuzlarda da, tepede bir Han ya da aşiret
başkanın, onun altında bir aristokrat tabakanın (beyler), son olarak da alt
sınıflar ya da halkın yer aldığı basit bir tabakalaşma düzeni görülmektedir.
Soylu sınıftan olmanın iki belirleyici ölçütü vardır: akrabalık ve
başarı.
Geç
Roma toplumunun tersine, çobanıl (pastoralist) Altay toplumu, babayanlı
(agnatic) akrabalık ilkesine sıkı bir biçimde dayalıdır... bütün Moğollar ve
bütün Türkler fiilen ya da gizli olarak baba tarafından akrabadırlar.
Bu
ilke uyarınca, en alt kesimden bir Moğol, en üst yönetici Cengiz Han'la ortak
atalara sahip olduğunu öne sürebilir ve İmparatorla, herhangi bir dereceden, dolaysız
bir babayanlı akrabalığı olduğunu ortaya çıkarabilirdi. Bir Kazak, Karakalpak
ya da Ortaçağ Çağatay Türkü de, İmparatoru, Hanı ya da Sultanıyla bu tür bir
ilişkisi bulunduğunu ortaya koyabilirdi. Dolayısıyla, yöneticilik becerisi ya
da orduda yiğitlik ve önderlik niteliği gösterecek olursa, toplumda en yüksek
mevkie yükselebilirdi. Böylece vezir ya da komutan olabilir, her iki durumda da
soylular (nobility) arasına katılabilirdi. Moğollarda ya da Türklerde aynı ilke
hem doğuştan akrabalar, hem de evlat edinilenler için geçerliydi. Buna, savaşta
tutsak alınıp azat edildikten sonra evlat edinilen köleler de dahildi.
(Laurence
Krader)
Yukarıda tanımladığımız
akrabalık yapısının öznellikleri, bir yandan topluluğun saygınlığı daha az bir
üyesinin yükselebilme umutlarını artırken, öte yandan, saygınlığı olan
tabakadan birini yükselebilme olanakları açısından bunalıma itmekteydi.
Asya bozkırlarındaki bütün çobanıl topluluklarda rastlanan
babayanlı akrabalık sistemi, kemikten akrabalık biçiminde kavramlaştırılmıştır
... Gerek Türk, gerekse Moğolların paylaştığı bu kemikten akrabalık ilkesi
geliştirildiğinde, babayanlı akrabalığın alt bölümlere ayrıldığı, ak kemikler
ya da soylu sınıf ve kara kemikliler ya da halk öbeği diye bölündüğü görülür.
Her iki sınıfın üyeleri de baba tarafından en geniş derecede akrabadırlar;
ister ak, ister kara kemikli olsunlar, toplumun bütün üyeleri, kuramsal olarak,
ortak bir erkek atadan gelmektedirler. İki öbeğin oluşmasındaki toplumsal
çatallaşma, Asya bozkır toplumunun bir başka ilkesine dayanmaktadır. Çeşitli
kemikler, ya da babayanlı soy çizgileri, kurucuların doğum sırasına göre
derecelendirilir ve böylece birbirlerine kıyasla kıdemli ya da kıdemsiz
sayılırlar. Çeşitli babayanlı soy çizgileri arasında, kurucu atadan gelenlerin
en kıdemlisi, yani en büyük oğulların çizgisi en soyludur ve giderek başlıca
soylu çizgi haline gelmiştir. Kıdemsiz bir soy çizgisi, kıdemli bir çizgi
statüsüne, ancak kıdemli çizgi ardında çocuk bırakmadan ya da bir kadınla sona
ererse, yükselebilir. ... Ne var ki, kıdemsiz bir soy çizgisi, kendi başına da
... üyelerinden birinin övgüye değer başarıları sonucunda soyluluk kazanabilir.
Hizmetleri nedeniyle yükselmiş olan resmi görevliler soylulardan
daha fazla iktidara sahip oldukları sürece, bu özellik, daha sonraları ortaya
çıkacak yeni bir çatışma türünün temelini oluşturacaktı.
İslamlığı kabul eden
Türklerde görülen değişikliklere gelince, bunlar iki noktada toplanabilir: bir,
bürokrasiye giriş ve Sasani katiplerden devralınan beceriler; iki, en derin
temeli Aristoteles kökenli olan bir tabakalaşma modeli.
Sasani bürokrasisinin
pratiği çok daha derin etkiler bırakmıştır. Bu merkezi bürokrasinin içerdiği
olanaklar, Türk toplum yapısı için bulunmaz bir nimetti; çünkü böylece yapının
bölünme eğilimini dizginlemek olanaklıydı. ... Bürokratlar, başlangıçtan bu
yana askeri gücü örgütleme işlevini üstlenmiş olan aristokrasiyle iktidar
mücadelesine girmekteydiler artık. ... Seçkinleri oluşturan bu iki öğe
arasındaki çekişme, en çarpıcı biçimde dil konusunda ortaya çıkmıştır.
Bürokrasinin dili, hesap ve defter tutmanın dili, kentsoylu
dili hep Farsça olmuş; öte yanda Türk kökenli seçkinler, Türkçe
konuşmayı sürdürmüşlerdir. Birbirinin rakibi olan bu iki seçkinler zümresinin
çekişmesi, yinelenen biçimlerde, Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nda, Anadolu
Selçukluları'nda ve Osmanlı İmparatorluğu'nda izlenebilir.
Osmanlı
İmparatorluğu'nun tabakalaşma düzenini etkilemiş olan ikinci önemli kurum,
devletin "yürütme görevinde", kullardan yararlanılmasıdır. Bu kullar
ömür boyu devlet hizmetinde görevlendirilmek üzere Müslüman olmayan ailelerin
çocuklarından devşirilirdi. Bunlar, saray erkanını, bürokrasiyi, devamlı orduyu
ve tımarlı sipahileri oluştururlardı. Yöneticiler arasında yalnızca Ulema,
genellikle bu yöntemle işbaşına getirilememekteydi.
Osmanlı hanedanı
böylece, ilk Türk devletlerini, siyasal gücün babadan oğula geçmesi özelliği
nedeniyle yıpratan bir sorunu çözmeyi başarıyordu. İmparatorluk topraklarının,
varisler arasında önceleri yaşam boyu yararlanabilecekleri “hassa arazileri”
biçiminde, daha sonraları ise doğrudan doğruya paylaştırılması sorunları da
böylece ortadan kalkıyordu. Artık hanedana kayıtsız-koşulsuz bağımlı ve
hanedanı aşarak devletin sürekliliğini sağlayan bir yönetici/yürütme mekanizması
vardı. ... Fatih döneminde, en yaşlı erkek dışında, padişahın soyundan gelen
bütün şehzadelerin öldürülmesinin bir ilke olarak benimsenmesiyle, 14. yüzyılda
Osmanlı İmparatorluğu'nu tehdit eden olasılık, yani taht üzerinde hak sahibi
olduğunu öne süren hanedanlar kurulması olasılığı tümüyle ortadan kalkmış
oluyordu.
Osmanlı
İmparatorluğu'nda toprağın tasarruf biçimine ilişkin düzen de, merkezi
otoritenin rakiplerinin yok edilmesine yönelikti. Tımarlının tımar'ı babadan
oğula geçmezdi. Tımar, kuramsal olarak, askeri hizmet karşılığında verilirdi.
Toprağın mülkiyeti devlete aitti; tımar sahibi yalnızca tasarruf hakkını elinde
tutardı. Temel üretim aracı üzerinde mutlak denetimi elinde tutan bir devlet
kavramı, yine Türklerin İslamlığı kabulünden sonra ortaya çıkmış bir
yeniliktir.
Feodalizmin ve babadan
oğula geçen beyliklerin bulunmadığı, kullardan oluşan bir kurumun devletin
yürütme işlevini yüklendiği göz önüne alındığında, ilk bakışta Osmanlı
İmparatorluğu'nda optimum dengeye çok yaklaşmış bir "Doğu Despotizminden
söz edilebilir. Bu sistem, ideal olarak, yalnızca iki toplumsal zümreden
oluşmaktadır. Bir yanda yönetici ile hizmetindeki yürütme görevlileri; öte
yanda ise yönetilenler.
Halil İnalcık'ın belirttiği gibi:
Reaya'nın "askeri"ye
tanınan ayrıcalıklardan yararlanmasına olanak tanımamak, İmparatorluğun temel
kurallarındandı. Bunlar arasına, yalnızca sınır boylarında savaşmış olanlar,
bir de, belli bir süre düzenli bir dinsel eğitimden geçtikten sonra padişahtan
beratlarını alanlar, "askeri"
sınıfına dahil olabilirlerdi. Özetle, yalnızca padişahın kararı, kişinin
toplumdaki konumunu belirlemekteydi.
Tabakalaşmanın asıl
nesnel boyutlarını görebilmek için, kuralın yanı sıra, kural dışı olanları da
hesaba katmak gerekir ki, bunların sayısı hayli kabarıktır.
Birincisi,
İmparatorluğun belli noktalarda gerçek anlamıyla feodal yapılar içermesidir.
Öncelikle, daha başından, Osmanlılara karşı savaşmaktansa, onlara katılmayı
seçen Müslüman Türk beyleriyle Bizanslı tekfurları buna örnek olarak gösterebiliriz.
... Savaşlarda ün yapmış kişilerce kurulan bu aileler, Orta Asya'dakine benzer
bir "aristokrasi"
oluşturuyorlardı.
İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu'nun büyüdükçe bünyesi içine almak
zorunda kaldığı ve Selçuklulardan artakalmış eski beyliklerdi.
Özetle, kullardan
oluşan bir merkezi yürütme mekanizmasının, İmparatorluğun, ikili modele uymayan
bütün bu niteliklerini ortadan kaldırmak için yoğun ve sürekli baskı
uyguladığını söyleyebiliriz. ... Baskı altında bir hanedanın soyluluk kimliğini
sürdürmesinin bir yolu da, yeni bir korunmuş statü üstlenmektir. ... Dinsel
vakıf kurma taktiği bunlardan biridir. Yönetici kurumunun öteki üyeleri de,
soylarından gelenlere, lüks olmasa bile, rahat yaşayabilecek kadar bir gelir
bırakabilmek için benzer girişimlerde bulunmuşlardır. ... Ayan terimi, 18.
yüzyılda mültezime karşı yerel çıkarları savunan ve zamanla kendileri de
mültezim olan kişileri nitelemek için daha dar anlamda kullanılmıştır.
Savaş zamanında,
merkeze, belli bina ya da silahlı asker sağlama karşılığı olarak kendilerine
tımar verilen "feodal
ordu" üyeleri, mukataalarını genellikle en büyük oğullarına
bırakmaktaydılar. Yasal olarak, ancak yedi yıl boyunca savaşa katılmadıkları
takdirde tımarlarının ellerinden alınması söz konusuydu ki, bu da oldukça zayıf
bir olasılıktı.
Babadan oğula geçen
ayrıcalıkların kuşaktan kuşağa aktarılmasını ilişkin bir başka süreç, I. Selim
zamanında Yeniçerilere evlenme izni verilmesiyle başlar. Artık devlet,
Yeniçerilerin oğullarını da Yeniçeri olarak devlet görevlileri arasına katılma
hakkı tanımaktan yanadır. Bu, çığ gibi büyüyen ve ancak doğurganlık ve kurum
içi tutarlılık etmenlerinin denetlenmesiyle dizginlenebilecek olan bir sorunun
başlangıcı olmuştur.
İmparatorlukta
kul-yöneticiler kurumuyla omuz omuza varolan bir ikinci tabakayı ulema
oluşturuyordu. Ulema, "yönetici zümre" içinde yer alan tabakalar
arasında medeni haklar açısından ayrıcalıklı bir konuma sahipti.
Böylece, yekpare
izlenimi veren resmi "zümre"yi gerçekte oluşturan ikincil tabakaları
kısaca gözden geçirmiş bulunuyoruz.
Bu "resmi
zümre”nin yanı başında yönetilenlerin oluşturduğu toplumsal zümre yer
almaktaydı. Burada piramidin alt yarısı da yekpare bir yapı değildi. En azından
iki tabakadan söz etmek mümkündür.
Devletin, ulusal geliri artırmak için sağlıklı bir ekonomik
siyaset izlemek yerine yürürlüğe koyduğu özel vergi uygulamalarının yükünü en
ağır biçimde sırtında taşıyan kesim köylülerdi.
Osmanlı
yapısının korporatif
özelliği ...
Yönetici sınıf, padişahın tebasının oluşturduğu sınıflardan
yalnızca bir tanesidir. Buna karşılık, yönetilenlerin hepsi esnaf loncaları
gibi kurumlarda örgütlenmişlerdi. Yönetilenler, devletten, hatta padişahtan da
öte, asıl bu kurumlara sadakatle bağlıydılar. Loncalar elbette ki temelde kent
kökenliydi. Bazı yörelerde çiftçi loncaları bulunmakla birlikte, genel olarak
kırsal kesimde köy kurulları, ya da göçebeler söz konusu olduğunda aşiretler bu
görevi yüklenmişlerdi. (Gibb ve Bowen, Islamic Society)
Aristoteles'in Politika'sından...
Eğer zihnin canlı varlıkta bedenden daha önemli bir bölüm olduğunu
kabul ediyorsak, aynı biçimde, devletin de zihne benzer bölümlerinin, bedensel
gereksinimlerini karşılayan bölümlerden daha önemli olduğunu kabul etmemiz
gerekir; ve de zihne benzer bölümler derken, askeri kesimden, adaletin yasal
olarak örgütlenmesiyle ilgili kesimden ve (ekleyebiliriz) siyasal anlayış
yetisi gerektiren enine boyuna düşünme işlevini üstlenen kesimden söz etmekteyiz.
Koçu Bey üç sınıftan
söz eder: sıradan vatandaş (reaya),
ulema ve askeri sınıf (seyfiyye).
Osmanlı İmparatorluğu'nda ... siyaset oyunu da "ya hep ya
hiç" ilkesinde somutlanmıştır: kişi, tanımı gereği, ya tepede olacak ya
ezilecektir.
Kentli sivil halkın (burgher) denetimindeki
Ortaçağ Avrupa'sının belediye kuruluşlarının Osmanlı'da karşılığı yoktur ve
loncaların iç denetleme mekanizması dağınık ve düzensizdir.
İmparatorluktaki
tabakalaşma psikolojisinin ayırt edici bir özelliği de, yönetici sınıf
üyelerinin "herkesin
kendi yerini bilmesine" verdikleri önem ve gösterdikleri
özendir. Bu, özellikle, sözgelimi, belli bir meslekten olanların zanaatlarını
belirleyen bir işaret taşımaları; ya da belli bir "millet"in
üyelerinin ayırt edici giysiler içinde dolaşmalarını; ya da alt sınıfların
seçkinlerce giyilen kıyafetleri giymemeleri gibi konular üzerinde ısrarla
durulması biçiminde ortaya çıkar.
Celali İsyanları olarak
anılan ayaklanmalar, aslında köylü ayaklanmaları değil, kendilerine hakları
olan topraklar verilmediği gerekçesiyle hoşnutsuzluk duyan küçük toprak
“soyluları” tarafından başlatılmıştır. Bu sipahiler, sipahinin yerini alan
mültezimin zorbalığından kaçan köylüyü de kendi saflarına almışlardır.
Bir üçüncü ve benzer
hareket, Osmanlı devlet görevlilerine tanınan toprağı tasarruf hakkının kısa
süreli oluşundan ve bazı memurların ulaşılması zor yörelerde kendi adlarına
talana kalkıp, zamanla affa uğrayacakları umuduyla bu süreyi uzatma
çabalarından kaynaklanıyordu.
Tipik köylü ayaklanmalarında Osmanlı köylüsünün başı çektiği savı
açısından ayrıca ilginç olan nokta, başkaldırının başlangıç aşamasında, bu
hareketlere önderlik edenlerin hep resmi bir unvan sahibi, devletçe atanmış
kişiler oluşlarıdır. Daha da ilginci, elebaşları, eğer devlet görevlisi
olduğunu kanıtlayamazsa hiç kimsenin onun yanı sıra ayaklanmaya katılmaya
yanaşmamasıydı.
Osmanlı devletinin varlığını sürdürebilmesi, toprağı tasarruf
edenin güvencesiz olması öğesine dayanmaktaydı.
Kabaca denilebilir ki,
Osmanlı devletinin yıldızının sönüşüne, bir feodalleşme ve yerel toprak
sahiplerinin güçlenme süreci eşlik etmiştir.
Merkezi otorite giderek zayıfladığı için, derebeyler konusunda
olduğu gibi bu durumda da kendi siyasetinin uygulanmasını sağlamak için ayanla
işbirliği yapmak zorunda kalıyordu.
Ayan da, son hesapta,
gücünü devletin kendisine tanıdığı ayrıcalıklardan almakta ve egemen rolünü
büyük bir hevesle üstlenmekteydi. Böylece ayan da talana katıldı, onlar da
kendilerine bağımlı olanları bunalttılar ve resmi sınıfın görenekleri ve dünya
görüşüyle özdeşleştiler. ... Kitleler için en korkulu umacı, her zaman, resmi
görevliler olmuştur.
Merkezi otorite, haklı
olarak, derebeyleri ve ayanı, kendi varoluşunu sürekli tehdit eden öğeler
olarak görmekteydi. ... Bu yüzden, en başarılı ıslahatçılardan ll. Mahmud'un
(1807-1839), aynı zamanda en acımasız saldırılarını ayan ve derebeylerine
yöneltmesine şaşmamak gerekir. ... 19. yüzyılda ... Artık bürokratlar, "kulluk" statülerini
reddetmekte, siyasal iktidarın dizginlerini ele geçirip çağdaşlaşma hareketinin
önderliğini üstlenmekteydiler. Bunlar, İmparatorluğa, kişi haklarının
korunmasına ilişkin, Batı kökenli kavramlar getirdiler. Ancak, bu girişimler
yakından incelendiğinde, yeni yeni ortaya çıkmakta olan çağdaş bürokrasinin,
aslında kendi haklarını belirlemek ve korumak peşinde olduğu açıkça görülür.
... Yenilenen Yönetici Kurum'un üst kademelerindekiler, artık, yasal olarak
korunmuş ve varislerine bırakabilecekleri servetler edinmeye başlamışlardı.
Bunların çocukları çağdaş eğitim ve yabancı dil öğrenme olanaklarından da
yararlanabilmekteydi.
Köklü ulema aileleri
çökmeye başladı. Bu aileler ayrıcalıklı durumlarını, ancak, şer'i hukukun yanı
sıra, medeni hukuk eğitiminden de geçerek ve şer'i hukukla birlikte Batılı
medeni hukuk bilgisi de gerektiren yeni sivil mahkemelerde yargıçlık gibi
meslekler edinme yoluyla, Tanzimat'ın bürokratik mekanizması içinde yer alarak
koruyabilmekteydiler.
Tüccar
ve esnaf ise, bu dönemde, kapitülasyonlar gereği Avrupa endüstrisi ve
ticaretinin rekabetiyle karşı karşıya kalan, bu nedenle de oluşamadan çökmeye
başlayan çekirdek halindeki sınıflardı.
Taşraya gelince,
Osmanlı'da tabakalaşmaya ilişkin en önemli değişiklik, devletin çoğunluğuna
sahip olduğu İmparatorluk topraklan üzerindeki mülkiyet hakkını tasfiye etmeye
başlamasıdır. Bu değişiklik, zaten, zorla el koyma ya da devlet görevlilerinin
kendilerine bağışlanan miri toprakları
[üzerinde mutlak mülkiyet hakkına sahip olunan] mülk'e dönüştürmeleri biçiminde
önceden başlamış bulunuyordu.
19.
yüzyılın başında mülk sahipliğinin artması iki ana kaynaktan beslenmekteydi.
Birincisi, miri toprakların, hükümetçe, hazine açığını kapatmak amacıyla mülk
olarak; ikincisiyse, mukataanın, alıcıya çok geniş hak ve yetkiler tanınarak,
açık artırma yoluyla satışa çıkarılmasıydı [iltizam].
"Kaldırılan tımar topraklarının yeni mülk sahibi sınıfın
eline geçişi, çoğunlukla bu tür satışlarla olmuştur. II. Mahmud ve onu
izleyenler döneminde bu tür satışlar çok sık görülmektedir
Kendisine
"tapu temessükü" adı altında bir belge verilen alıcı, kuramsal
olarak, yasal özel mülkiyet hakkına sahip değildi; ancak gelirlerin kirasını
tasarruf edebilirdi. Oysa, gerçekte, tasarruf hakları sürekli olarak uzatılır
ve onaylanırdı. Tanzimat döneminin tarım yasalarının çoğundaki eğilim de,
tasarruf hakkını özel mülkiyetten pek az farkı olan bir hakka dönüştürmekti.
Devir ve kayıtlara ilişkin yönetmeliklerde yapılan değişiklikler, tapu
temessükü belgesinin değerini artırmakta, bu belge giderek tapu senedine
dönüşmekte, öte yandan yasalar art arda oğullar, kızlar ve diğer akrabalara
miras hakları tanınması yönünde değiştirilmekteydi.
19. yüzyıl boyunca İmparatorluğun taşradaki topraklarının
çoğunluğunu denetimi altına alan yeni bir özel toprak sahibi sınıf ortaya
çıktı. Bu olgu, Balkanlardaki eyaletlerde, bu ülkeler bağımsızlıklarını
kazandıktan sonra da sürecek olan sert toplumsal çatışmalara yol açtı. Batı ve
Orta Anadolu'da ise, ağa tipini ortaya çıkardı. (Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey)
Bütün bu işlemler,
ancak devletle ekonominin iç içe bulunduğu ve dolayısıyla, karın üretim
mekanizmasını denetlemekle değil, devletin önemli makamlarını elde tutmakla
doğru orantılı olduğu bir ekonomik yapı içinde mümkündür.
Jön Türkler Avrupa'da
sürgün olarak geçirdikleri uzun yıllar boyunca, Batı'nın özgürlük ve eşitlik
kavramlarından etkilenmişlerdi. İktidarı ele geçirdikten sonra, Mannheim'ın
kullandığı anlamda gerçekten "utopyacı"
olan yeni bir fikir ortaya attılar: Halkçılık.
Sıradan insanı yüceltmek yeni bir tutumdu ve bu tutum Jön Türklerin iktidarda
kaldıkları 1908-1918 yılları arasında kök saldı. Bu görüşe uygun olarak Jön
Türkler yöneten/yönetilen ayrımını kaldırmaya çalıştılar ve iktidarlarının son
yıllarında resmi mitolojide ülkenin efendisi olarak köylü, önemi giderek artan
bir yer edindi.
Bir ulusal ekonominin
kurulması, bir başka deyişle, Jön Türklerin "devlet
denetiminde bir sosyal devlet" sloganı, bu fikrin
kendilerine özgü türüdür ve devletçe yönetilen bir ulusal
ekonomi ile gelişmekte olan girişimci sınıfı uzlaştırma çabaları,
ilk günden bu yana Türk Ekonomisinin gelişimini niteleyen bir gerilime yol
açmıştır.
Türk toplumu hala, yönetenle
yönetilen arasındaki tarihsel ikiliği, devlet seçkinleri arasındaki ikili
rekabeti ve en son olarak da girişimci olmak isteyenlerle iktidarı onlarla
paylaşmaya yanaşmayanların ayrımını yaşamaktadır. Türk siyasetinin gizil
toplumsal temelini oluşturan, işte bu çatışmalar olmuştur.
Osmanlı
İmparatorluğu'nda ulema dediğimiz -benim kullanışımda- daha çok devlete yakın
olan, önemli resmi kurumlarda, medreselerde yetişmiş olan kimseleri düşünürsek.
Bunlar icazet de almışlar, ruhsat da almışlar. Ama onların dışında başka
kimseler de var.
Tekkede okunan kitaplarla ulema içinde okunan kitaplar arasında
bazı farklar var. Tekkede daha çok edebiyat okunuyor. Dana çok Farsça okunuyor.
Daha çok spekülatif mistiklerin, mesela İbn-i Arabi'nin, kitapları okunuyor.
İbn-i Arabi'nin kitapları okunduğu zaman ortodoks ulemanın tehlikeli saydığı
yönlere gidilebiliyor (her şey Allah'tan olduğuna göre ahlaksızlık da
Allah'tandır gibi). 19. ve 20 yüzyıldaki İslam yenilikçilerinin tekkeye karşı
koymaları biraz da bundan ileri geliyor.
19. yüzyıldan itibaren
o zamana kadar pasif olan bir düşünce tarzı iki yönde de aktivist bir şekil
almaya başlıyor. Bir tarafta ulema, İslam'ın bir kültür olduğu konusunda
fikirler yaymaya başlıyor; İslam artık yalnız bir din değil, bir kültür
bütünüdür fikri yayılır. İkincisi; tarikatların içindeki kimselerse "Artık mistisizmi bir tarafa
bırakalım, iyiyle kötü arasındaki farkların ve Müslüman'a gereken
sorumlulukların anlatılması zamanı gelmiştir” demeye başladılar.
Şimdi sivil toplum konusuna dönersek, sivil toplum dediğim zaman bir geleneği
kastediyorum. O gelenek bir protesto geleneği, devlete karşı protesto edebilme
geleneğidir. Devlete karşı protesto edebilme geleneğinin Müslüman'ca bir
dayanağının olması ise eski bir geleneğe dayanıyor. Sivil toplumu, protesto
etme imkanı olarak görürsek, bu bize bir sivil toplumun karakterlerinden birine
kapı açıyor. Sivil toplumun ikinci bir tarifi, hukuk bakımından işlerin kendi
başına yürütülebileceği (Hegel anlamına) ve devletin de karışmaması gerektiği
bir alan şeklinde yapılabilir. Bu anlamıyla da alırsak gene İslam'da bir sivil
toptum öğesi var.
Türklerin
Orta Asya'dan getirmiş oldukları bu devlet ve gelenekleri, kültür bakımından önceki
bazı İslami geleneklerle pek iyi pekişmiyor. Topluluğun yönlendirilme şekliyle
Osmanlıların bu Orta Asya gelenekleri arasında bayağı çatışma var.
Sanıyorum, Türkiye'de
en çok satılan kitaplardan biri, Mürşid-i
Müteehhilin diye 1870'lerdeki , kadılardan birinin yazmış olduğu
küçük bir broşürdür. Şimdi bu broşür ne diyor. Bir Müslüman centilmen,
kadınlarla olan ilişkisinde nasıl hareket eder? Şimdi bu var mı ilkokulda?
Din içinde olan
insanlarda, samimi olarak dine giren insanlarda iki şey gördüm daima. Ama bu
iki şey birbirinden daima ayrı ve birbiriyle birleştiremiyorum bunları. Bir
tanesi anlaşılır bir dünya şablonu meydana getirmeye çalışır, yani dünya
anlaşılabilsin, daha doğrusu kainat anlaşılabilsin. Ama bunun yanında insanın
bazı spiritüel eğilimlerini tatmin eden bir izah da olsun. Bu iki çıkış noktası
birbirinin aynı değil.
Batı'da olup bitenleri
anlamak için zaman azlığı liseden başlıyor. Türkiye'de lise eğitimi diye bir
şey yoktur: Hele felsefe anlamında hiç yoktur. Fransa'da lise öğreniminden
geçmiş olan bir kimseye nazaran üniversiteye geldiğimizde, iki yıl gerideyiz.
Marksizm'i anlamak için bence yalnız kitap okumak yeterli değil, bir de genel
kültür olması lazım.
Geleneksel İslam ve
Osmanlı kültüründe arenada karşı karşıya argüman teati edilir. Bir çok zamanlar
padişahlar bir şeyin hakikatini bilmek istedikleri zaman, iki ayrı reasearch papers okumuyorlar.
Adamları getirip orada münakaşa ettiriyorlar, böyle bir gelenek var.
Atatürk'ün devrimlerinin tümü arkasında yatan en derin ve
kapsayıcı felsefi temel, insanın çevresi üzerinde hakimiyetini kurabileceği
inancıdır.
İbn-i Sina'nın Kitab-ül-lşarat
Vettenbihat adlı eserinde görülen bu kuramın ana ilkeleri
şunlardı: Dünya üzerindeki bütün olayları meydana getiren Allah'ın iradesidir,
bu irade yeryüzünün dışında teşekkül eder, fakat bir "varlıklar
zinciri" vasıtasıyla yeryüzüne bağlanır. Bu varlıklar zinciri Allah'ın
iradesinin bu varlıkları kademe kademe etkileyerek, yeryüzüne inmesini sağlar.
Bu zincirin halkalarından biri göksel varlıklar, son halkası da insandır. Tıpkı
irade ile olduğu gibi anlama kabiliyeti ve zeka da Allah'tan insanlara aynı
şekli alan bir zincirle intikal etmektedir.
Zincirin ucunda bulunan
insanın kontrolü altına alabileceği saha istendiği zaman daraltılabiliyordu. Bu
kurumda insan iradesinin tesirli olan kısmından bahsetmek için kullanılan
teknik felsefi, terim "irade-i
cüz'iyye” idi.
Bu davranışın arkasında
saklanan fikir şuydu: Osmanlılar dünya işlerini ihmal ettiklerinden dolayı
değil din işlerini ihmal ettikleri için gerilemişlerdi. Böyle gittikçe nüfuzlu
olan Ulema ideolojik planda da nüfuzunu kuvvetlendirmek istiyordu. İrade-i
cüz'iyye'nin sahası daraltıldığı derecede Ulemanın söz sahibi oldukları saha
genişliyordu.
19. asır düşünürlerimiz
içinde aklı en önemli kural olarak ele alan ve fikirlerini "akıl"
etrafında billurlaştıran bir tek düşünür vardır, o da İbrahim Şinasi
Efendi'dir. Böylece 18. asırda Avrupa'da aydınlık devrinin özünü teşkil eden
rasyonellik akımının bizde 19. asırda bir tek gerçek temsilcisi olduğunu
görüyoruz.
Atatürk, Batı
düşüncesinin esasında yatan Rasyonalizm'i ve kendi çevresine hakim bir insan
görüşü kabul etmekle bu ikiliğe bir son vermiştir ve düşünce kalıplarının o
zamana kadar gemleyici özelliklerinden bizi kurtarmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesi ile beraber gelmiş olan
unsurlardan biri,
İmparatorluğun gelir
kaynaklarının kuruması ve devletin fakirleşmesiydi. Bu fakirleşmeyi, genel
anlamda, Osmanlı İmparatorluğu'nun, kapitalizm ismini verdiğimiz, çok belirgin
nitelikleri olan bir gelişmeye iştirak etmemiş olması şeklinde
kıymetlendirebiliriz. Avrupa'da ticaret gelişirken, büyük ticari örgütler teşekkül
ederken, Osmanlı İmparatorluğu'nda iç ve dış ticaret önemini kaybetmişti.
Avrupa 18. asrın sonlarından itibaren endüstri devrimi ismini verdiğimiz bir
oluşun içine girmişken, Osmanlı İmparatorluğu'nda aksine mevcut mamul eşya
yapan iptidai müesseseler zamanla ortadan kalkmıştı. Osmanlı İmparatorluğu
böylece yalnız hammadde kaynağı olarak fonksiyon görüyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun muhtelif müesseselerini birbirine
kenetleyen ve onları ayakta tutan harç, gaza ideolojisi, devletin sınırlarını
mümkün olduğu kadar genişletme çabasıydı. Bu itibarla, İmparatorlukta iktisadi
faaliyet konusunda hakim zihniyet verimi arttırmaya değil, kılıcının hakkıyla
yeni gelir kaynakları elde etmeye yönelmişti. ... Askerlerin Batı yöntemleriyle
yetiştirilmesi, daimi olarak talim ettirilmesi ve kendilerine maaş verilmesi
için yeni gelir kaynakları bulmak icap ediyordu. Başka bir ifade ile, bir
taraftan devletin gelirleri azalırken diğer taraftan da giderleri çoğalıyordu.
... Müracaat edilen usuller mahduttu ve üç ana hal çaresi tarafında
toplanıyordu: Osmanlı İmparatorluğu'nda bir zamanlar iyi işleyen ve asker
temini ile yakından ilintili olan toprak sistemini eski haline getirmek, para
basmak veya vergi yükünü arttırmak. Fatih Sultan Mehmet zamanında . yeni askere
ihtiyaç hasıl olduğu zaman, Padişah, sipahilerin adedini arttırmaya gitmişti.
Sipahilerin askeri hizmetlerinin karşılığı ise nakit olarak değil, fakat
kendilerine verilen bir vergi toplama imtiyazı ile veriliyordu. Buna Timar sistemi
deniyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun iktisat politikasında "verim"
mefhumuna hemen hemen hiç ehemmiyet verilmediğini söyleyebiliriz.
Burada da Osmanlı
sisteminde devletin toprak sistemine ve bu kanalla iktisadi hayata hakim oluşu
mühim bir rol oynamışa benziyor. ... Batı'da büyük şehirlerin kendilerine şehir
olarak verilmiş bazı imtiyazlar sayesinde gelişmelerinin Osmanlı
İmparatorluğu'nda benzerine rastlanmamaktadır.
II. Mahmud ve
Abdülmecid zamanında girişilen bu sanayileşme teşebbüsü kısa zamanda iflas
etti.
Atatürk'ün
iktisadiyata verdiği kıymeti biliyoruz.
"Yeni Türkiye devleti cihangir bir devlet olmayacaktır, fakat
yeni Türkiye devleti iktisadi bir devlet olacaktır.”
Devletçiliğin de yalnız
zamanının değil, tarihin çözülmemiş sorunlarına teklif edilen bir hal çaresi
olduğunu görüyoruz.
Cevdet Paşa ... halk
arasında dolaşan dedikoduların tartışılması için toplanan bir divandan
bahsediyor. ... Sultan Mahmud devrinin meşhur simalarından Halet Efendi şöyle
bir hal çaresi teklif etmiş: "Şimdi
Okçularbaşı'ndaki berberin başı kesilsin.” Divanda olanlardan
birisinin "Aman o
benim berberimdif demesi üzerine Halet Efendi: "Öyle ise başkasının başı
kesilsin" diye buyurmuşlar. Bu hadise, Osmanlı
İmparatorluğu'nda Şeriatın teorik olarak temin ettiği garantilerin yanında,
tatbikatta devlet adamlarının insan varlığına ne kadar az ehemmiyet
verdiklerini anlatır.
Yeni Osmanlılar
hürriyetten bahsederken belki biraz fazla romantik bir eda ile kavramı ele
alıyorlardı, fakat "hürriyet"ten ne kastettiklerini kesin olarak
biliyorlardı: onlar için "hürriyet" Ali ve Fuat paşaların başında
bulundukları bürokratik seçkinler zümresinin baskısından kurtulmak ve onun
yerine seçilmiş bir meclisi getirmek manasına geliyordu.
II. Abdülhamid'in
devlet işlerinin yürütülmesine el koyması ile, Tanzimat devrinin özelliklerinden
biri olan siyasi seçkin grubun elinden siyasi yetkileri alınmıştı.
Abdülhamid'in
saltanatının ilk yılları ekonominin eskisine nispetle daha iyi olduğu bir
devirdi. O zamanlar nispi bir refah ve bolluk vardı. ... Bu bakımdan Padişah
Anayasanın yürürlükten kaldırılması, Mithat Paşa'nın öldürülmesi gibi
hadiseleri unutturabilmişti.
Atatürk, kendi sağlığında, bu odak noktalarını cumhuriyetçilik,
milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık (devrimcilik)
olarak vasıflandırmış, bunları "Kemalizm
yolu" olarak adlandırmıştır. (Kongar)
Türkiye Cumhuriyeti'nde amaç edinilen yapıyla Osmanlı
İmparatorluğu'nun yapısını karşılaştırmak gerekir. Bu karşılaştırma
yapıldığında İmparatorluğun şu yapısal özelliklerini görürüz:
1.
İmparatorlukta, tebaa padişaha (ve onun gücünü temsil eden
kişilere) şahsi bağlarla bağlıdır (Ubudiyet).
2.
Osmanlı İmparatorluğu, bir kültürler, dinler ve yöresel
kümelenmeler mozaiğiydi. Din grupların içinde 20. yüzyılın ilk on yılına kadar
Türklerin yalnız küçük bir üst tabaka okumuşlar azınlığı, ayrı bir tarihlerinin
olduğu bilincindedir, geleceklerinin Osmanlılarınkinden farklı olabileceği
konusunda bir düşünce daha gelişmemiştir (Bu bilinç 1890'larda gelişmeye
başlar).
3.
Osmanlı İmparatorluğu'nun
temel felsefesi halkın idareye katılması değildir. Klasik Osmanlı devlet
idaresi düşüncesine göre seçkinler -eğitim görmüş kimseler ve soylarında
devletin emanet edilebileceğini göstermiş kişiler- devletin idaresini ellerinde
tutmalıdırlar.
4.
Osmanlı İmparatorluğu'nun başında bulunan padişah hem kamu
düzeninin hem de dinin önderi sayılıyordu. Din adamları (Ulema) kurumsal ilişki
dolayısıyla devlet idaresinde merkezi bir rol oynuyorlar, eğitim, yargı ve bir
dereceye kadar idarecilik alanlarını tekellerinde tutuyorlardı. Osmanlı
İmparatorluğu'nda 19. yüzyılda bu yapı ancak bir dereceye kadar değiştirilmiş,
Devlet dininin giremediği çevre alanlarda tarikatlar devletle halk arasında bir
aracı rolünü üstlenmişti.
Atatürkçülük bu öğelerin yerine onların karşıtını koymayı
amaçlayan yaklaşımdır:
3.
Ulemanın devlet katında, azalmış olarak olsa bile devam eden
etkileri silinmelidir. Ulemanın halk önderliği rolüne bir son verilmelidir.
Kişinin dünya görüşünü ulema değil müspet bilim şekillendirmelidir. İslam bir
devlet fonksiyonu görünümünü kaybetmeli, herkesin şahsında şekillenen bir inanç
şeklini almalıdır.
4.
Türkiye Cumhuriyeti, bilumum Türk halkının-sınıf ayrımı devreye
girmeden, "say'iyle"
(çalışmasıyla) kurduğu bir yapı olacaktır. ... Seçilmesi gereken
hedef "münevver” - "avam” (basit halk) ayrılığını kaldırıp halkın
ihtiyaçlarını halkın katıldığı bir sistemle karşılamaya çalışmaktır.
5.
Türkiye Cumhuriyeti'ni iktisaden kudretli olabilmesi için devletin
şahısları geliştiremediği kaynaklar geliştirmesi, bu işi üstüne alması
gereklidir.
6.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısını temelden
değiştirecek yeni bir toplum düzenini kurmalı ve bu toplum düzeni statik bir
halde tutmayıp zamanla değişmesini sağlamalıdır. Bu amaç Atatürkçülüğü Jön
Türkler zamanında oraya çıkan düzenden belki en anlamlı şekilde ayıran öğedir.
Bu fikirleri daha açık olarak zamanının toplum bilimleriyle
pekiştiren Ziya Gökalp'tir. Gerek Atatürkçülüğün sınıfsız topluluk fikri, gerek
Türklüğün zamanla oluşacak bir ideal olduğu fikri, Gökalp'e dayanır.
Atatürkçülük uygulanması zamanla mükemmelleşecek bir öğeler bütünü olarak
düşünüldüğü için, yorumlara açık ve Atatürk zamanından beri değişik olarak
yorumlanmış bir dünya görüşüdür.
Pozitivizm'in temel tanımlarından biri, cansızları düzenleyen
tabiat kanunlarının İnsanları ve İnsan topluluklarını da düzenlediğini ileri
süren doktrin olduğudur.
Atatürk'ün bilim
anlayışının ayırıcı özelliği bilimi toplumu şekillendirmek için kullanmak
istemiş olması, bu açıdan pozitivizmin getirdiği anlamda hareket etmiş
olmasıdır. ... Atatürk'ün şahsi başarısı, başkalarının bölük pörçük ve istemsiz
olarak etkisinde kaldıkları bu unsurları bir noktada toplayabilmiş olması,
hepsinden birden faydalanma yolunu bulmuş olmasıdır. Zeka ve anlayışı bu
noktada apaçık olarak ortaya çıkar.
Atatürk'ün
pozitivizm'inin belirgin kanıtları arasında "laik" tutumunu en başta
saymak gerekir. Zira, "laik" anlayışın arkasında yatan bir temel
görüş toplumsal mekanizmanın Tanrısal bir düzenleme sonucu olmadığı, bazılarına
göre tabiat kanunlarına doğrudan bağlı olarak, bazılarına göre de kısmen bağlı
olma sonucunda toplumun kendi kanunlarını üreten bir bileşim olduğudur. ...
Atatürk bilim'i bir araç olarak kullanmayı Batılılığın en başta gelen özelliği
saymakla birlikte dini bir araç olarak kullanmayı beğenmemektedir,
reddetmektedir. İslam tarihi içindeki en çok eleştirdiği nokta Müslümanlığın en
başından itibaren politik bir araç olarak kullanılmış olmasıdır. Atatürk
devrinde bu tutum "tabii" değildi, bir çok kimseler için aksine,
İslam'la sosyal düzen arasında doğrudan bir bağ vardı. ... Atatürk'ün beğenmediği,
İslam'ın amaçlarına aykırı olarak tanımladığı özelliklerden biri, İslam
tarihinde Allah'la kul arasına giren, Allah'ın emirlerini tefsir etme yetkisine
dayanarak kişi üzerinde egemenlik kurmuş, kişiyi istediği tarafa iten pir ve
şeyhlerin mevcudiyetidir.
"Efendiler
ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler,
mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat tarikatı medeniyedir."
İlginç olan nokta
Osmanlı devlet adamlarının bir kısmının da, en eski devirlerden beri, kontrolleri
altına alamadıkları, devamlı olarak bir tür memur statüsünün dışında kalan pir
ve şeyh gibi din adamlarına şüphe ile bakmış olduklarıdır. . Osmanlı devleti,
söylenenlerin aksine bir "teokrasi"
değildi. Osmanlı devleti yalnız Şeriat'la idare edilen bir devlet olmamıştır.
Şeriat'ın ötesinde, eski Ortadoğu geleneklerinden ve Orta Asya Türk
devletlerinden kaynaklanan bir devlet görüşü (devletin
devlet olarak yaşamını sağlamanın en önemli öğe olduğu fikri)
devlet adamlarının izledikleri ilkeler içinde önemli bir yer tutuyordu.
Osmanlılar, devletin din adamları üzerinde etkinliğini sağlamak için din
adamlarının maişetini devlete bağlamışlardı. Devlet, bu örgütün dışında kalan,
ilahı güçlerle doğrudan bağları bulunduğunu iddia eden, geçimini devletten
sağlamayan dinsel kişileri tam anlamıyla hazmedememiş, tehlikeli gördüklerini
sürmüş veya idam etmiştir. ... Bunun olumlu tarafı, Osmanlı devlet adamlarının
devlet yararına olan bir politika benimsemekte -kaynağı Batı da olsa-
sanıldığından daha az tereddüt göstermiş olmalarıdır. Batı karşıtı güçler ...
statülerini kaybedecek olan meslek gruplarıydı. Tepki yukardan değil
"aşağıdan" geliyordu.
Gerçekte,
Tanzimat adını verdiğimiz 19. asır reform politikası -birçoklarının iddia
ettiklerinin aksine- dinle devlet arasındaki kurumsal bağların çözülmesinde çok
ileriye gidilen bir devirdir. Eğitim, Rüşdiye ve İdadiye gibi Batı modeline
göre kurulmuş okullarla ve Mülkiye, Harbiye gibi yüksek okullarla Ulema'nın
nispi tekelinden alınmış, bir sivil idareci sınıfı kurulmuş, mahkemelerde
Şeriat’ın hükmü hissedilir şekilde daraltılmıştı (Shaw ve
Shaw, 1977).
19. yüzyıl Osmanlı
düşüncesini belki en derin bir şekilde etkileyen unsurlardan biri okul
sistemindeki değişiklik olmuştur. ... Orta Zaman okulları bunun tam aksine bir sistem
üzerine kuruludur: kitap bulmak zor olduğundan hoca kitabı
"hıfzetmiş" ve bildiğini öğrencilerine not şeklinde intikal
ettirmektedir. . Kitabın herkese açık bir kaynak olmasının ilk sonucu, kitapta
ileri sürülen belli başlı tezin daima eleştiriye açık olmasıdır. Böylece kitap
eleştiri olasılığını arttırır.
Durkheim'ın fikirlerini -gene çok basite indirgeyerek- şöyle
açıklayabiliriz: işbölümünün az geliştiği toplumlarda topluluğu bir arada
tutmak için topluluğun üzerinde bir değerler kümesinin egemen olması gerekir,
herkesin bunları kabul etmesi ve içermesi topluluğun çalışmasını sağlar. Buna
Durkheim "mekanik
tesanüt" diyor. Fakat modern devirlerde işbölümü geliştikçe
dıştan empoze edilen değerlerin yerine "işbirliği
ahlakı" geçti. Bu toplulukta görülen "tesanüt", "organik
tesanüf'iür (Giddens).
Bu fikirler ... Türkiye'ye Ziya Gökalp'in yazılarında girmiş ve
çok etkili olmuştur.
Auguste Comte, Durkheim
ve Atatürk müşterek bir sorunla karşılaşmışlardır: laik toplumsal işbirliği
ahlakını düşünmek ve kurmak bir şeydir, laik ahlakı insanların ruhunu kapsayan
kalıcı bir güç olarak yaşatmak başka bir şeydir. Çağdaş semboller sosyolojisi
bu ikinci aşamanın sürecinin -çapraşıklığı dolayısıyla- son derece zor olduğunu
göstermektedir. Atatürk'ün laik bir toplum pekiştiricisi kurmaktaki başarısı bu
açıdan da değerlendirilmelidir.
Kişiliğimizin ötesinde
bir varlık olarak beliren, değerlerine kendimizi uydurmak zorunda bulunduğumuz
bir "topluluk" ta yaşadığımız biçimindeki anlayış, biyolojik
yeteneklerimizin doğrudan ürünü değildir. "Toplum" kavramı, geçmiş
birikimlerle bize geçen bir benzetme, bir teşbih'tir. Belleğimizde taşıdığımız
ve günlük toplum işlerimizi bir dereceye kadar düzenlilik içinde yapmamızı
olası kılan bu benzetme de, yine, içinde yaşadığımız toplum koşullarının
biçimlendirdiği bir üründür.
Bir toplulukta az çok
paylaşılan bir amaçlar bütünü bulunduğu ve bu amaçların zamanla değiştiği
gerçeği bütün toplumların süregelmesini sağlayan etkenlerdir.
Yasalar, sosyal
değerler, gelenekler, efsaneler, son olarak da toplumun kendi hakkında
düşündükleri, yani tarih, belirli bir topluluğun ne gibi niteliklere değer
verdiğini kişilere anlatır, bunları onlara yansıtır; onlarda bu görüntünün
canlı tutulmasını sağlar, kişilerin davranışlarını bu öğelere göre
biçimlendirmelerini gerçekleştirir.
Bürokratik davranışın, gizli, kimsenin gözüne çarpmayan bir temeli
vardır. O da, kağıt üstünde düzenlilik sağlamak uğrunda, toplumsal gerçekleri
"hasır altı" etmektir. ... Bürokratik davranış hep düzenlemeye
yöneliktir ve bunun karşısına çıkan gerçekleri "kuraldışı" saymak
eğilimindedir.
"Reformcu"yu, kendi toplumunda ortaya çıkan bazı itici
güçlerden yola çıkarak toplum kavramına yeni bir biçim vermek isteyen kişi
olarak tanımlamıştık. ... Kurulması istenen topluluk bir "tasarım",
bir “tasavvur”dur ve tıpkı "sosyal
adalet" teriminde olduğu gibi genel kavramlarda anlatılmak
zorunda kalınan "projelerden ibarettir. Bu iki uçlu belirsizlikten; yani
toplum imgesinin bir "benzetme" ve toplumu değiştirme isteğinin bir
"proje" olmasından dolayı, reform hareketlerini incelemek bir çoğunun
sandığının tersine metodolojik zorluklarla dolu bir araştırma alanıdır. ...
Atatürk reformlarında bulduğumuz ve reform sürecine yaklaşımda bir başlangıç
saydığımız dört sosyal veri üstünde durarak bu reformları ortaya çıkaran genel dinamiğin
bir kaba "şema"sını çizmek istiyoruz. Bu dört “sosyal veri”yi şöyle
tanımlayabiliriz:
1.
Kişilerin otoritesi üstüne
kurulu bir onur anlayışından kurallar ve yasalar üstüne kurulu bir onur
anlayışına geçiş.
2.
Evren düzenini
anlamada dinden, "pozitif
bilim" anlayışına geçiş.
3.
“Avam-havas” ayrılıkları
üstüne kurulmuş bir topluluktan "halkçı"
bir topluluğa geçiş.
4.
Bir ümmet topluluğundan bir ulusal
devlete geçiş.
I.
Osmanlı Sosyal Düzeni ve Reform
Osmanlı bürokratı, "nizam-ı
alemcidir, toplumu biçimlendirmeye alışıktır. ... Ancak, Osmanlı topluluğunda
"nizam-ı alem"ciliğin amacı toplumu değiştirmek değil, toplumun
dengesini sağlamaktır. Amaç, toplum biçimini elden geldiği kadar değiştirmeden
sürdürmek olduğu için, bu topluluğa yenilik getirmek kolay değildir.
A. Osmanlı
Yapısının Toplumsal Özellikleri: Patrimonyal Bürokrasi
İmparatorluğun
toplumsal özelliklerini iyi anlatan bir şema, "patrimonyal
bürokrasi' adı verilen topluluk türüdür.
Patrimonyal
yönetimlerde, meşruiyeti
hükümdar temsil eder. Hükümdar, otoritesini, ülke düzeyine dağılmış, oldukça
özerk bir feodal sınıf yoluyla değil, gelecekleri kendine bağlı bir "patrimonyal bürokrat"
sınıf aracılığıyla sağlar. Bu sınıfın Osmanlı Devleti'nde iki kolu vardır: Biri
askeri güçlerden, ötekisi "sivil" memurlardan oluşur. Bunlara devlet
emrinde oldukları söylenebilecek din
adamları da eklenebilir.
Patrimonyal yönetim,
herhangi bir kümelenmeye göz yumduğu anda kolayca yara alabileceği için,
çabalarını topluluk üstündeki denetimini korumaya çevirmiştir. ... Osmanlı
Devleti, toplum içindeki grupları tasnif eder, her birine kendi biçtiği bir
"rol" tanır, bu grupların önderlerini topluluğun hareketleri
açısından kendine karşı sorumlu tutar; grupları ve kişileri kendine göre çizdiği
bir toplumsal "yapı" planına yerleştirir.
Din adamları (ulema),
geçimlerini devletin denetlediği kaynaklardan sağlarlar. Bu açıdan, İlmiye (ulema'dan
oluşan kurum), Batı'daki "kilise"ye benzemez. Batı'da kilisenin
devletinkinden ayrı bir hiyerarşisi, geniş toprakları, zengin kaynakları
vardır. ... Devlet, bununla kalmayarak, İslamcı inancın biçimini de denetler.
Devlet dışında beliren dinsel odak noktaları kovuşturulur ve bastırılır. "Ayrımcı"
sayılan "Şıh"lar devletin erişebildiği yerlere sürülür ya da idam
edilir. Şii- Alevi
kümesine "beşinci kol" olarak bakılır.
Osmanlı bürokratlarının üstlendikleri bu koruma işlevinin formül
olarak açıklanma biçimi, Din ü
Devlet'tir. Burada "din" başta gelir, oysa asıl
korunmaya çalışılan devlettir. Bunun da meşru,
"Müslümanlığa
sığan" bir savunması vardır: Güçlü
bir devletin koruyucu gücünden yararlanamayan dinin sürekliliği de sağlanamaz.
B. Tanzimat'la
Gelen Yeni Görüş
Tanzimat'tan önceki devleti kurtarma çabaları Osmanlı askeri
gücünün yenileştirilmesi zorunluluğunun anlaşılmasıyla biçimlenmişti.
Tanzimat'ın özelliği bu anlayışa yeni bir eksen katmış olmasıdır. Askeri
reformun yapılabilmesi için düzenin idari, hukuki ve iktisadi yapısında da
yenilik gerekmektedir. ... Tanzimat bir yandan laik Batı kurumlarını
yerleştirmeye çalışırken, öte yandan imparatorluğun "dinsel"
yapısından vazgeçememiştir. ... Ziya Gökalp... Tanzimat'ın yadsınamayan
başarılarını arka plana iter. Tanzimat hareketinin 1839-1876 yılları arasında
ne kadar çok iş gördüğünü ve imparatorluğun kurumlarını laikleştirmekte ne
ölçüde ileri gittiğini gözden kaçırır. Ulema'yı, eskiden hemen hemen tekelleri
altına aldıkları bir yargı mekanizmasının arka planına itmek, karma bir hukuk
sistemi uygulanan yeni bir yargı yapısı ortaya çıkarmak, (Abdülhamid döneminde)
sivil bir hukuk okulu kurmak ve Batı yargı geleneklerini anlayan bir yargıç
sınıfı yetiştirmeye başlamak, dava vekilliği ve savcılık kurumlarını ortaya
çıkarmak, Tanzimat'ın laikleşme üzerinde ne kadar durduğunu anlatan adımlardır.
Eğitim kurumlarının tekelini ellerinde tutan ulemayı
bir yana iterek, sivil bir eğitim sistemi geliştirmek, sivil öğretmen okulları
açmak, bugünkü orta ve liselerin karması olan rüştiyeleri ülke yüzeyine yaymak,
sonraları (yine Abdülhamid'in söz edilmeyen bir başarısı) askeri okul sistemini
yeniden kurarak yetişen "mektepli"
subayların sayısında önemli bir artış sağlamak, vilayet merkezlerinde askeri ve
sivil liseler açmak da Tanzimat ve sonrasında eğitim düzeyinde gösterilen
ilerlemelerdir. Son olarak, bir yargıç yönetici karışımı olan 'kadı'nın yerine,
Türkiye'nin çağdaş yönetim sistemine çok benzeyen bir sistemin ortaya
çıkarılması,
Tanzimat'ın
geliştirdiği bir başka önemli yeniliktir. Bunların tümü, laikleşmeye doğru
atılan önemli adımlardır.
Tanzimatçılar arasında
bu kadar kısa bir dönemde böylesine Batı kurumlarına yandaş bir tutumun
gelişmiş olması, Osmanlı devlet geleneğinin pragmatikliğine ve nizam-ı alem'ciliğine
verilebilir.
Tanzimat yeni bir uyruk
kavramını geliştirmiştir.
Çağdaş toplumlarda
devletle olan ilişkiler de yasalara göre düzenlenir.
Patrimonyal tipli
devletlerde yasaların rolü çok daha sınırlı ve belirsizdir, bundan dolayı
yasanın yerini çok zaman kişiler arası özel anlaşmalar alır. ... İyi memur
"tavsiye" ile seçilir. Memur olarak çalıştırılacak kimse sınavla
değil, bir "kalem"in (büro'nun) başında bulunan prestijli ve
deneyimli bir memura "çırağ"
edilip onun dizinin dibinde
yetişerek, 12-13 yaşlarında mesleğine başlar. ... Bu ilişkide genç memur
kendini yetiştirmiş olana "medyun-ı
şükran"dır. Bu kişiyi daima kendinin “pir”i sayacaktır, ona saygı
gösterecektir. ... Yetişen kimsenin yetiştirene olan bağı, devlet yapısının
üstüne dayandırıldığı genel bir sistemin parçasıdır.
Bunun
ilginç bir başka örneği "devşirme"
usulüdür. Aile bağlarından genç yaşta koparılan birisi, asker ya da saray
memuru olarak yetiştirilmeye çalışılır. O kimse devlete “kul” olmuştur.
Hükümdarlar da kendi
sistemlerini perçinleştirmek için yasal kurumlardan çok, insan ilişkilerini
kullanırlar. Yüksek memurlarına ve vezirlerine dağıttıkları nimetlerle onları
kendilerine bağlamaya çalışırlar; bir başka bağlama biçimi, nisak (anlaşma) ya da
yemin'dir. ... Pirine kul olmak, onursuzluk değildir, çok aranan bir nitelik
olan "vefa"dır: İyi memur vefakar memurdur. ... Gerçi insan, Allah'ın
bir yaratığı olduğu oranda korunmuştur, saygıya değerdir. Fakat bu saygı
bugünkü sistemlerde olduğu gibi yasaların güvenceye aldığı bir konu değildir.
Tek güvence, kurulmuş olan-insan ilişkilerine uyulmasına, padişahın, pirin ya
da “büyük”ün, "küçük"ü koruma ilkesini bağlayıcı saymasına dayanır.
İşte, Gülhane Hatt-ı Hümayunu kişi haklarının bazılarının (yaşama, mülkiyet,
onur gibi) düzenleyici yasalarla korunacağını, çok açık değilse de yine
anlaşılabilir bir biçimde dile getirmesiyle, yeni bir insan hakları ve
onurluluk anlayışı getiriyordu.
Tanzimat'a karşı ilk protesto. Tanzimat düzenlemelerini getiren
devlet adamları, yalnız kendi yaşam, mal ve onurlarını güvenlik altına
almışlardı. Yeni Osmanlılar
olarak tarihe geçen bu aydınlar, devlet adamlarının egoistliğini açıklamaya
çalıştıklarında, iki noktaya takılıyorlardı:
1. Söz
verilen yasalar rejiminin
kum bir vaat olarak kalması, bir kurumsal sorundu. Yeni Osmanlılar, yazılı bir
anayasanın kabul edilmesini ve bir parlamentonun oluşturulmasını istiyorlardı.
2.
Yeni Osmanlılara göre, Tanzimat'ın ikinci
bir eksikliği, bir temel felsefeye dayanmamasıydı. ... Yeni Osmanlılara göre
Tanzimatçılar Osmanlı sisteminin temel felsefesini oluşturan İslamcı dünya
görüşünü bir yana atmışlar, böylece Tanzimat reformlarını çürük bir temele
oturtmuşlardı. Oysa, onlara göre, İslamcı ilkeler demokratik bir sistemin de
felsefesini oluşturabilirdi.
1878 tarihli Berlin
Muahedesi'nden sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun yeni çizilen sınırları içinde
Müslüman uyruğun eskisine oranla çok daha büyük yüzde oluşturuyordu. Padişah o
zamana kadar ortak bir eksen çevresinde toplanamayan Osmanlıları şimdi belki
İslam inancı çevresinde toparlayabileceğine inanıyordu. ... Padişah İslam'ı,
son derece ilkel kalmış bazı uyrukları için bir tür onları topluluğun
amaçlarına yöneltmeyi kolaylaştırarak etken olarak kullanmak istiyordu, böylece
kendi kişiliğinin ekseni olduğu bir devlete
bağlılık yaratmaya çalışıyordu.
19. yüzyıl, Batı'da
milliyetçiliğin geliştiği dönem olmuştu. ... Birçok ülkeler aynı
"millet" içine aldıklarını ileri sürdükleri bir sınır genişletme
politikası uyguluyorlardı. Bazı ülkeler kendi milletlerinin dağınık ülkelerde
bulunduğunu öne sürüp, bunları birleştirme çabalarına girişmişlerdi. Rus
aydınlarının ve bazı siyaset adamlarının kendi Slav milletinden olduklarını öne
sürdükleri toplulukları egemenlikleri altına almaya yönelen ve Balkanlar'da çok
etkin olmalarıyla sonuçlanan ideolojilerine Pan-Slavizm
adı verilmişti. Padişah'ın dış ilişkilere yansıyan İslamcı politikası olan Pan-İslamizm de
böylece Pan-Slavizm'e de bir karşılık veriyordu.
Osmanlılar için Türk,
Çerkez, Arap gibi tanımlamaların, Müslümanların aslen nereden gelmiş
olduklarını anlatması dışında bir önemi yoktu. ... Osmanlı İmparatorluğu'nun
içinde birliği sağlayacak "bayrak"ın "Müslümanlık" olduğu
inancı, 1870'den sonra güçlü bir düşünce akımı olarak belirmeye başladı. ...
İslamcılık birtakım "örümcek kafalı" hocaların direnişinin ürünü olmaktan
çok, beliren bazı siyasal sorunlara bulunmuş pragmatik bir yanıttı.
İmparatorluk parçalandıktan sonra bu yanıtın önemi kalmadı ve İslamcılığın
önemli bir tutamağı az çok kendiliğinden ortadan kalkabildi. Atatürk'ün
buradaki başarısı bu görüşün hala geçerli olduğunu söyleyen, realizmden yoksun
bazı kimselerin karşısına sistematik olarak çıkmış bulunmasıdır. Bu, Atatürk'ün
özel vurgusudur.
Abdülhamid döneminde
etkili bir sansürün düşünce ortamını tahrip ettiği doğrudur. Abdülhamid döneminde
hiçbir gelişme sağlanamadığı görüşüyse yanlıştır. ... Abdülhamid'in,
saltanatının başında, bir yabancı büyükelçiye gösterdiği reform planlarının
hemen tümünü gerçekleştirdiğini belirtmiştir.
Sultan Abdülhamid'in
üstünde en çok durduğu konu, Yeni Osmanlı yandaşı Süleyman Paşa tarafından ilk
adımları atılan subay yetiştirme sistemini çağdaşlaştırmaktı. Bu amaçla
Almanya'dan danışman olarak getirilen Von der Goltz "Paşa"nın tam bir
başarı elde ettiği söylenebilir. ... Sistemin temelinde, daha genç yaştayken
bir kişiyi askeri değerlerle yoğurmak gibi bir ilke yatıyordu.
Askeri Tıbbiye'nin pek
sevilen müdürü Marko Paşa ... Askeri Tıbbiye'de Avrupai
bir yönetim geliştirmiş, okulda "yeni onur"un gerektirdiği kurumların
yerleşmesini sağlamıştı. Marko Paşa'nın yönetiminde bilimsel başarı, entrika ve
kayırmadan ayrı tutularak bir ödüllendirme ilkesi olarak kurumsallaşmıştı. ...
Marko Paşa'nın 1888'de ölümünden sonra bu sistem giderek bozuldu.
O yıllarda Padişah,
okulların dışında da gene bir muhalefet akımının biçimlenmesinden çok korkmuş,
kendisine eski sistemin ilkelerine göre, minnet bağlarıyla bağladığı insanların
sayısını çoğaltma yoluna gitmişti.
"Eski onur"
sisteminde bir "büyüğü"nden bahşiş kabul etmek olağan bir şeydi. Bu
tutum kolaylıkla başkalarından rüşvet de kabul edilmesine kapı açabiliyor, "irtikab"a dönüşebiliyordu.
Von der Goltz Paşa'nın
özel merakı olan subayların bir ülkenin seçkini
oldukları temasının öğrencilere her fırsatta tekrar edilmesi. Öğrenci
üniforması, okulun "ideoloji"si ve okulun "espri"si. Bütün
bunlar Harbiye'yi "kalem"den çok ayrı bir kuruluş olarak
tanımlamamızı sağlar. Harbiye, "sınırları
kapalı" bir "total
kurum"dur. Total kurumun içinde bulunanlar da çok daha kolayca bir grup,
bir topluluk olarak harekete geçebilirler.
II. Yenileşme Dinamiğinin Temelleri
Ütopya, aradığımız,
beğendiğimiz, özlemini çektiğimiz ilkelerle hareket eden ideal toplumu amaçlar
ve yansıtır.
Gerçek ütopyacı,
toplumun bütününün değişmesini gözleri önünde canlandırabilen kimsedir.
Atatürk, ütopyasını gerçekleştirebilmiş
nadir insanlardandır. En büyük başarısı da -belki- bu noktada toplanmaktad ı r.
Sosyologlar
"anlatım"a bağlı bilgiden "kitap"a bağlı öğrenime geçişin
bilişsel yapımızda temel bir aşama olduğunu belirtirler.
Tanzimat'ın yapısal unsurları Atatürk'ün dünya görüşünün genel
ilkelerini sağlamışlardır. Bu yapısal unsurların ortaya çıkardıkları değerler
arasında, en başta “yeni
onur”u saymak gerekir.
Atatürk'ün Cumhuriyet
Türkiye'sine getirdiği yeniliklerin en başında, eski kişisel ilişkiler
dünyasının ortadan kaldırılıp yerine gayr-ı şahsı mekanizmaları yerleştirme
özlemi gelir. ... Atatürk'ün, "ideal Türkiye" sini, kişisel
ilişkilerin değil, kurum ilişkilerinin yani yeni
onurun egemen olduğu bir Türkiye olarak düşündüğü açıktır.
"Onur"
arayışı Atatürk reformlarının derin temelini ortaya koyuyorsa, bu reformun
tanımladığı formül de "bilim"dir. Bu açıdan, Atatürk birçok 19.
yüzyıl düşünürleri gibi “bilim”e olumlu bir "ahlaksal" değer
bağlamıştır. Başka bir deyişle, bilimle yolunu ışıklandıran kimsenin yanlış
yola düşmesi olası değildir.
1890'lar kuşağının bir
özelliği de, "bilim"e vermeye başladığı önemde toplanıyordu. ...
1890'lardan itibaren bilim birçok Osmanlı aydım için sansürden kaçmanın yolu
olmuştu.
Osmanlı
İmparatorluğu'nun ilk büyük aydın kaybı Çanakkale'de oldu. Yüzlerce yetişmiş
aydın savaşta öldü. ... İkinci bir kayıp imparatorluk parçalanınca ondan kopan
topraklarda kalan aydınlardı. Son olarak, Ankara egemen duruma geldiği zaman
İstanbul aydınları bir ölçüye kadar saf dışı tutuldu. Bürokrasi aynı
düzeyde kayıplara uğramadı, aşırı fire vermeden yeni devletin yapısına
aktarıldı. Böylece, yeni devletin merkezinde yeniden bir bürokratik küme
oluştu.
Asıl sorun
"pozitif" bilimi, daha girmediği, etkinliğini göstermemiş olduğu
bakir topraklar üstünde, İstanbul'un doğusundaki insanlar üstünde etkin duruma
getirmekti. Anadolu tarikatların, küçük kümelerin, yerel geleneklerin
egemenliğini sürdürdüğü bir alandı, sorun onu "pozitif bilim"e
inandırmaktı. Bu inandırma da yıpranmış, azalmış, bir bölümü küskün bir
aydınlar grubuyla yapılacaktı. İşin zorluğu burada toplanıyordu.
Ana sorun,
"bilim"in temel öğe olarak, "din"in yerine nasıl
geçirilebileceğiydi. Din, Anadolu insanında evrenle bağlantılı en yüksek
meşruiyet kaynağını oluşturmuştu. Atatürk'ün evreni ise doğa yasalarının
evreniydi. ... Atatürk'ün doğa yasalarını Cumhuriyet'in temel felsefesi
niteliğine getirme çabası, bilimi bir "uygar
din" ya da "civil
religion" olarak gördüğünü kanıtlar. Yani Atatürk'ün dini
toplumsal bir olgu saydığını ve bilimi, dinin bu toplumsal işlevinin yerine
koymak istediğini gösterir. Bu noktada Atatürk gerçekten bir çok
arkadaşlarından daha derin ve çok daha cesur biçimde düşünüyordu.
Patrimonyal
yönetimlerde uyruklar vardır ve bir “halk”ın varlığından söz etmek zordur. ...
Osmanlı İmparatorluğu avam-havas, yani "seçkin-düşük
tabaka" ayrımı üstüne kurulmuştur.
İmparatorluğun kuramsal kökünün kişiler arası ilişkiler olması
bunu pekiştirmektedir, zira kişiler arası ilişkiler olarak sözü edilen öğe,
aslında seçkinler arası ilişkidir. Bunun dışında, imparatorlukta bir halktan
söz açılamayışının bir başka nedeni, imparatorluğun yönetim sisteminin “din
grupları”na göre düzenlenmiş olmasıdır. Bunlara cemaat denir.
Ziya
Gökalp için gerek "millet"
gerek "halk"
varolan bir şey olmaktan çok, ancak "rüşeym"
halinde bulunan, ama daha "kendini idrak edecek", öz
benliğine zamanla kavuşacak bir nesneydi.
Aslında bu tipte bir
düşünce, yani varolan toplulukların aslında öz
benliklerine kavuşmamış görüntüler olduğu görüşü Avrupa'da 18. yüzyılın sonuna
doğru ve 19. yüzyılın başında büyük bir rağbet görmüştür. Buna "idealizm"
deniyordu. Rousseau'nun ortaya attığı "milli
irade", bu idealizmi esas öğesi durumuna getirmiştir. ... Milliyet bazı
işaretleri varolan, fakat sürekli çabalarla bulunması ve ortaya çıkarılması
gereken bir olguydu.
"Halk",
demokratik bir sistemde, egemenliğin zorunlu kaynağıydı. Zengin, yoksul herkes,
"halk"tandı. ... Gökalp'e göre halk içinde sınıflar yok, meslek
grupları vardı. Bundan dolayı Türkiye'de sınıf konusu gerçek bir sorun değildi.
... Gökalp'in bu yaklaşımı, konuyu, "ilerde biçimlendirebilecek bir toplum
yapısı", "varılması gereken bir ideal" olarak tanımlandığı zaman
çok daha anlaşılabilir bir nitelik almaktadır.
Halkçılık, Türk toplumunda, "rüşeym"
olarak vardır. Aristokratlık Türklerde hiçbir zaman tutmamıştır.
Türkiye'de 1924 Anayasası'nın kurduğu rejimin zamanla bir tür
başkanlık rejimine dönüştüğü yadsınamaz.
E.
Ulusal Devlet ve İdeolojisi
Osmanlı İmparatorluğu, cemaatler üstüne
kurulmuş bir devletti. İmparatorluğun parçalanması, bunun yerine çoğunluğu
Müslüman-Türk bir birimin geçmesini sağlıyordu.
Ziya Gökalp'e ... göre,
ulusal varlığın özü paylaşılan bir kültürdü.
Bu kültürün paylaşılması, aynı eğitimin, değerlerin ve heyecanın
paylaşılmasıydı. Böylece, millet,
aynı eğitim almış, aynı dili konuşan, aynı duyguları, idealleri, din ve ahlak
öğelerini ve estetiği paylaşan kişilerden oluşmaktaydı.
Atatürk'ün görüşü, bir Cumhuriyetçi rejimin
Osmanlıların "şan''ı ile desteklenemeyeceğiydi. Tarihin Cumhuriyet
kuşaklarına sağlayacağı “benlik”,
başka bir kaynaktan gelmeliydi. ... Cumhuriyet kuşaklarının tarih anlayışı,
Osmanlı öncesi Türklerin başarılarından kaynaklanacaktı.
Atatürk'ün bu konudaki mantığı,
daha sonraki yıllarda birçok Üçüncü Dünya devleti tarafından izlenmiştir. Daha
dün bıraktıkları rejimlerin ötesine geçmeyi isteyen rejimler ya ilerde ortaya
çıkacak olan ideal rejimi bir destekleme öğesi olarak görüntülemek ya da uzak
tarihlerden esinlenmek zorundadırlar.
Atatürk'ün hareketleri ile
açık bir tezat teşkil eden Enver Paşa'nın tutumu, Atatürk'ün ne kadar büyük bir
realist olduğunu bariz bir şekilde ortaya çıkarır. Enver Paşa'nın beynelmilel
alandaki
ütopya sevdasının Atatürk tarafından katiyetle reddedilmiş olması,
mevcut şartları daima kaale aldığını gösterir.
Atatürk, her yaptığı ileri hamleden sonra durmasını bilmiş ve
ancak etrafı yokladıktan sonra ulaşılacak gayeyi yeniden tesbit etmiştir.
Atatürk devrinin hususiyetlerinden biri de Atatürk'ten fazla
Atatürkçü olanların geniş sayısıdır.
İnkılap devrinde çıkan
inkılap ucubelerinin bir çoğunun sebebini, müesseseleşmiş dalkavuklukta bulmak
mümkündür. ... İnkılap hareketinin yalnız Atatürk'e değil, etrafındakilere de
mal edilmesi lazım geldiği şeklindeki yeni moda iddiaların külliyen
reddedilmesi zamanı gelmiştir. Atatürk bu muhitin yardımını görmemiş, aksine,
çoğu zaman bu muhitin teşkil ettiği Osmanlı bürokrasisi kalıntılarının kurbanı
olmuştur. Atatürk'ün inkılaplarının, müessesevi itiyatlarının tesiriyle
primitif bir mitos
haline getiren bu bürokratlar sayesinde, Atatürk'ün temel sağduyusunun mahsulü
olan inkılaplar bir irreel peri masalı havasına bürünmüştür.
Osmanlı İmparatorluğu devrinde köylü, fakir, cahil en basit
haklardan mahrum, zavallı bir mahluktu. Devlet ve hususi şahıslar tarafından
asırlarca istismar edilmiş, posası çıkmıştı.
Toplumu bir bütün
olarak görüp de onu bir bütün olarak değerlendiren ve tümüyle yenileştirmek
isteyen kişi, hele çözüm yollarını da, gene nispeten tutarlı bir bütün olarak
sunan kimse, bugünkü sosyolojinin teknik tabiriyle ütopyacı
müstesna bir insan tipidir.
Bu gibi şahıslarda, bir
kere, genetik yapıdan gelen bazı özellikler buluruz: zeka, anlama, kavrama
potansiyeli gibi. ... Şahsiyet dinamiği ile toplumsal dinamiğin birleştiği
yerdeki unsurlardan biri de sosyalizasyon adım verdiğimiz çocuğa toplum değerlerinin
aktarılması sürecidir. Buradaki intikal sürecinin özellikleri de, bazen toplumu
olduğu gibi kabul eden, bazen de toplumu eleştiren kimseler ortaya çıkarır. ...
Tezim, Atatürk'ün kişiliği, zekası ve hassasiyetiyle, grup davranışı olarak
şekillenen, kendisini de etkilemiş olan genel bir eğilimi ileriye götürmüş
olduğu, ona kendi özelliğini katarak yeni bir şekil verdiğidir.
Toplum değişmelerinin
önemli bir yanı bu değişmelerin beraberinde getirdikleri değer
uyumsuzluklarıdır. ... Birinci nokta, Atatürk'ün Abdülhamid Türkiye'sine
istihfafla bakışında akranı olan bir grup insanın genel bir rahatsızlığını
aksettirdiğidir. Bu guruba, en genel anlamında, mektepliler
ve bu arada, "mektepli
subaylar1 diyebiliriz.
Yapılan her araştırma, Abdülhamid devrinin bir açıdan önemli bir
modernleşme devresi olduğunu daha açık bir şekilde göstermektedir. ...
"Kızıl Sultan"ın devrinde devlet yapısının farklılaşmasında
ilerlemeler kaydedildiği bir gerçektir. ... Bu değişim, tümüyle, Max Weber'in "patrimonyal bürokrasiden
rasyonel bürokrasiye geçişi kavramıyla anlattığı bir süreci çok andırıyor. Weber'e göre, modern bürokrasi, daha önceki devirlerde de belki nüve
halinde olan, daha tam yapısıyla ortaya çıkamayan, bazı özelliklere prim
vermiş, onları açık ve seçik olarak ortaya çıkarmıştır.
Bu gelişme iki ana
ilkeye dayanır: modem toplumun idare mekanizmasındaki "hukukilik"
vasfı ve gene modern idarenin gösterdiği farklılaşma, uzmanlığa yönelme. ...
Artık eskisine nispetle şahsi kararlar önemini gittikçe kaybetmektedir. İkincisi,
devlet işleri de gittikçe bir ihtisas konusu olmakta, bakanlıklar ayrılmakta,
bakanlıkların içindeki bürolar ise uzmanlarla dolmaktadır.
Fakat
Abdülhamid devri bir diğer bakımdan çok kesif bir şahsın hükmetme, kayırma ve
tercih rejimi olduğundan “Sultani” bir idare tarzı Tanzimat'ın başından beri
Türkiye'ye getirilen birçok müessesenin "Weberien"
diyebileceğimiz gerekleriyle uyumsuzluk halindeydi.
Abdülhamid devrinin
getirdiği yenilikler arasında ... önemli bir gelişme de askeri eğitim
reformudur.
Harbiye'ye ve askeri
idadilere ilave olarak, 1870'lerin sonundan itibaren askeri rüşdiyelerin
kurulmuş olmasıdır. Askeri eğitim, böylece, ilkokulun devamıyla ortaokul
arasında bir nitelik taşıyan bu eğitim kurumlarına kadar gelmişti. Askeri
rüştiyeye giren bir öğrenci, aynı ,okul sistemine devam ettiği takdirde ihtisas
dalına 8 ila 12 yıl arasında askeri okullarda kalabiliyordu. Bunun anlamı,
kişinin kendi aile muhitinin tesirlerinden sıyrılıp yeni bir alemin tesiri
altında kalmasıdır. ... Çocuklarını askeri okullara gönderen bu türden aileler,
hayatta zorluklarla karşılaşmış, aile yapısını güçlükle sürdüren ailelerdi. ...
Böyle ailelerden gelen öğrenciler için aileleriyle teması devam ettirmek,
ulaşım bakımından güç ve pahalı bir işti. Bütün bu özelliklerin sonucu olarak
ailenin norm aktarıcı ve eğitici fonksiyonunu çok zaman okulun kendisi ve okul
arkadaşları devralıyordu. ... Bu yeni dünyanın hususiyetleri içinde başta
gelen; insanın "başarı" esasına göre değerlendirilmesi, imtihan ve
nota göre ödüllendirilmesiydi. Bunun günümüz sosyolojisinin teknik tabiriyle
ifadesi öğrencilere bir "başarı" etiğinin, "ahlakının"
aşılanmasıdır.
Modernleşme
sürecinin özelliklerinden biri bu değeri toplumlara artan bir hızla
yerleştirmesidir. Bir sosyal fonksiyonun kimin tarafından değil de nasıl bir
ürün vererek sonuçlandığına bakmak bu "başarı etiğinin" merkezini
teşkil eder.
İttihat ve Terakki'nin
Askeri Tıbbiye'de kurulan ilk nüvesinin ortaya çıkmasında bu gibi saikler
önemli bir rol oynamıştır. Memleketin modern idare icaplarına, ihtisaslaşmanın
gereklerine göre yürütülmediği bulgusu, askeri okullardan çıkan gençleri
birleştiren, onlara aynı dili konuşturan bir dünya görüşüydü.
Elite teorisi,
basitleştirilmiş şekliyle, tarih boyunca birbirini takip eden siyasi rejim ve
faaliyetlerin şekillenmesinde en esaslı amilin bir “önderler” tabakası olduğunu
kabul eder ve muayyen bir siyasi teşkilatlanma şeklinde husule gelen,
değişiklikleri bu elite veya "önderler" grubunda meydana gelen değişmelere
bağlamaya çalışır. Burada eliteden kastedilen, bir üst tabakadan ziyade bir
cemiyetin en mühim addettiği sahalarda ehliyet kesbetmiş olan şahıslardır.
Başka bir deyimle bir cemiyette mevcut mütehassıslardır.
Lybyer'in gayet basit
olan bir "kullar
müessesesi" teorisi yerine, Osmanlı İmparatorluğu'nda üç
esaslı elite veya önder grubu olduğu faraziyesinden hareket edildiği takdirde
ve Osmanlı iç siyasi tarihi bu gruplarla Padişah arasındaki muvazenenin kah bu
gruplardan biri, kah padişah şahsı lehine bir durum gösterdiği şeklinde ele
alındığı takdirde, ortaya gayet enteresan meseleler çıkmaktadır.
Bu üç grup şunlardır:
Askeri bir elit olan Yeniçeriler, ilmi ve hukuki elite'i
teşkil eden Ulema (İlmiye sınıfı) ve padişahla temasta olan idareciler kütlesi.
Bu üç unsurun (ve padişahın) siyasi iktidarı aralarında ne şekilde
paylaştıkları muvacehesinde bir Osmanlı tarihi görüşü mümkün olduğu gibi, böyle
bir metodun kullanılması ile şimdiye kadar karanlık kalmış birçok noktaları
aydınlatacağı muhakkaktır.
Osmanlı İmparatorluğu'nda
İlmiye sınıfı şüphesiz ki cemiyet esasını teşkil eden mukaddes Kanun'un
(Kuran'ın) ve diğer İslami ilimlerin koruyucusu olarak pek parlak bir mevki
işgal ediyordu. Hammer'in, Osmanlı İmparatorluğu'nun “yegane müstakil unsuru”
diye isimlendirdiği bu sınıf adaletin tecellisine yardım ettiği gibi, devlet
işlerinde bazı ahlaki kıstasların da muhafaza edilmesine delalet ediyordu.
Namık Kemal, Mustafa
Fazıl Paşa, Ziya Paşa ve Ali Suavl gibi şahsiyetler, Osmanlı İmparatorluğu'nda
mevcut rejime karşı itiraz ettikleri zaman Abdülaziz'in şahsı politikasına
değil, Ali Paşa'nın politikasına itiraz ediyorlardı.
Şikago Üniversitesi
profesörlerinden Harold Lasswell... bu gibi otoriter tiplerin müşterek vasıflarını ... Lasswell'e göre
bu gibi şahsiyetlerin ortaya çıkmasında en mühim unsurlardan biri bu şahısların
bir “güvensizlik” hissi ile meşbu olmalarıdır. Şahsiyetin en derin
tabakalarında, bu güvensizlik, şahsın kendine karşı güvensizlik olarak ortaya
çıkar. ... Ferdin kendine karşı güvensizliği daha sonra başkalarına karşı
gösterilen bir güvensizlik şeklinde tecelli eder ve emniyetsizlik duygusu,
umumiyetle, insanların tabiatıyla kötü olduklarına inanmak kisvesine bürünür.
Otoriter şahsiyete göre hürriyet insanların "kolayca istismar
edebilecekleri" bir mefhumdur ve bundan dolayı son derece tehlikeli bir
fikirdir (Harold Lasswell, Power and
Personality,1948).
Yeni Osmanlılar veya Genç Osmanlılar Sultan Abdülaziz devrinde ilk
defa olarak Türkiye'de nispeten teşkilatlı bir siyasi fırka teşkil etmiş olan
şahıslardır. Burada fırka
kelimesinin kullanılışı kastidir, zira o devirde henüz bir partiden bahsetmeye
imkan yoktur.
Grubun şöhret
kazanmasına yardım etmiş olan en mühim millet arasında Namık Kemal ve Ziya Paşa
gibi idealist şahsiyetlerin partinin kurucuları arasında bulunmuş olmalarını
zikretmek lazımdır.
Yeni Osmanlıların asıl
hedef tuttukları istibdadın Ali Paşa'nın istibdadı oluşudur. Bu buluş bizde ilk
anda bir sürpriz tesiri yaratabilir. Zira ilk mektepten beri duymaya alışık
olduğumuz tez, Ali Paşa'nın Osmanlı İmparatorluğu'na geniş hizmetleri dokunmuş
bir şahsiyet olduğudur. ... Aslında Abdülaziz, Fuat ve Ali Paşaların hemen
hemen esiridir denebilir. ... Reşit Paşa zamanında yapılan idari değişiklikler kendi
sadrazamlığı devrinde bile yeni “yüksek memur” tabakası yaratmıştı. ...
Batı'nın idari tekniklerine olan vukufları sayesinde İmparatorluktaki bütün
mühim devlet işlerinin kontrolü yavaş yavaş bu yeni memur tabakasının eline
geçmekte idi. Bu yeni "üst tabaka"nın hususiyetlerinden bir tanesi de
kendini beğenmişliği ve memleketi idareye yalnız kendini ehil görmesi idi. Daha
Reşit Paşa zamanında, sadrazam, İngiliz Hariciye Nazırı ile yaptığı bir
mülakatta ll. Mahmud'un şahsına bir hayli yüksekten baktığını ve Osmanlı
İmparatorluğu'nda meydana getirilen yenilikleri tamamiyle kendisine mal edip
padişahı bu yeniliklerin tatbiki için kullanılacak bir aletten ibaret saydığını
gösteren kelimeler sarf etmişti.
Başka bir ifade ile
Reşit Paşa'nın ıslahatı sayesinde devlet idaresindeki şahsilik unsuru yavaş
yavaş kaybolmaya yüz tutuyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nda idarenin sınır
merkezinde mühim bir yer işgal etmiş, hünkarın emrinde bulunan kapıkulları
müessesesi ortadan kalkıyor, hükümdarın devlet işlerinin görülmesindeki rolü
gittikçe azalıyor, yerini gayri şahsi bir bürokrasi alıyordu.
Namık Kemal'in ve Ziya
Paşa'nın yazdıkları makalelerin bir çoğunda Osmanlı İmparatorluğu'ndan yekpare
bir Avrupai medeni kanun yerleştirme gayretlerine karşı cephe aldıkları bir
hakikattir. Fakat Avrupa'nın "A"sından habersiz olan birtakım zevatın
sırf taklit zihniyetiyle Tanzimat'ın ilk senelerinde Osmanlı İmparatorluğu'nda
meydana getirdikleri ucubelerin karşısında belki de Namık Kemal'in daha çok
ehemmiyet veren Avrupalılaşmasına hak vermek icap eder.
Namık Kemal'in ailesi
Osmanlı Devleti'ne asırlar boyunca hizmeti dokunmuş olan bir aile idi ve Namık
Kemal de ailesinin şanlı tarihine son derece ehemmiyet veren bir insandı. ...
Tanzimat devrinde Kemal'in ailesinin durumu değişmiş, yenilik taraftarları
çıkaramadığı için devlet hizmetinin ön saflarından çıkmıştı. ... Namık Kemal'in
babasının bir hayli para sıkıntısı çektiğini biliyoruz. Kemal'in, ailesinin
düşmüş olduğu durumu Tanzimat'ın beraberinde getirmiş olduğu sosyal
değişikliklere yüklemiş olması kuvvetle muhtemeldir.
1859 yılında cereyan
etmiş bulunan Kuleli Vakası, Çerkez Hüseyin Paşa, Cafer Dem Paşa gibi
askerlerin ve Şeyh Ahmet gibi ulema mensuplarının iştirakiyle, Sultan
Abdülmecid'i tahttan indirmek için girişilmiş bir harekettir. Hadiseyi
tertipleyenler emellerine muvaffak olamadan yakalanmışlar ve muhtelif cezalara
çarptırılmışlardır.
Şeyh
Ahmet, Kemal'den önce Kemal'in müdafaa ettiği fikirlerin öncülüğünü yapmıştı.
Asıl şayanı dikkat olan taraf Osmanlı İmparatorluğu'nda
merkeziyetçi hareketler II. Mahmud zamanında tam bir muvaffakiyetle
neticelenmişti. Padişahın otoritesinin dağıtılması bakımından en tehlikeli
unsur olan Yeniçeriler ortadan kaldırılmış, hükümdar, memleketin her köşesine
devlet otoritesini yaymakta oldukça muvaffak olmuştu. Ulemanın kuvveti, kaza
sisteminin yavaş yavaş inhisarlarından çıkması ve yeni mahkemelerin
kurulmasıyla azalmıştı. ... İşte Kuleli Vakası, devletin fazla ağır basmaya
başlayan merkezi otoritesine karşı yönelmiş olması bakımından ne İngiliz
ihtilalinden ve ne de Fransız ihtilalinden farklıdır. ... Fransız ihtilali
“sol”a yönelmiş bir hareketti. Kuleli Yakası ise irticai mahiyette, başka bir
tabirle "sağa" yönelik bir hareketti, ancak iki hadise devletin
gelişme vetiresinde aynı "kademe"de husule gelmiş ve aynı sebeplerle
ortaya çıkmış hareketlerdir.
“(…) landslide victory (of the Justice and Development Party) in the November (2002) elections in Turkey has been considered a success of Kemalism by a prominent Turkish social scientist, Şerif Mardin” iktisadî mevzuularda İNÖNÜ gibi düşünenler ile BAYAR gibi düşünenlerin gün (15 Temmuz 2016) gelip kanlı-bıçaklı olacaklarını kestirememiştir. Kaldı ki “Kemalism” böyle bir “zafer” 1973 yılında da kazanmıştı. AK Parti 2. zafer oluyor.
YanıtlaSil