Çevre
Hukukunun Temel İlkeleri
Sürdürülebilir kalkınma, ihtiyat ilkesi, kirleten öder ilkesi, entegrasyon ilkesi, önleme ilkesi ve katılım ilkesi çevre hukukunun temel ilkelerini oluşturmaktadır. Çevre hukukuna temel oluşturan bu ilkeler, çevre hukukunun bağımsız bir dal olarak gelişmesinde ve kendine özgü bir karakter kazanmasında önemli bir rol üstelenmektedir. Bu ilkeler, bir bütünlük ilişkisi içinde yer almakta olup birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Bu ilkeler, gerek ulusal gerek bölgesel gerekse de uluslar arası birçok metne yansıtılmıştır. Çevrenin korunmasını konu edinen yasaların hazırlanması sürecinde bu ilkelerin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu ilkeler ayrıca, yargı organları dahil olmak üzere tüm kamu makamları için bir kılavuz işlevi görmektedir.
1. Sürdürülebilir Kalkınma
Çevre ve doğayla barışık bir kalkınma modelini öngören sürdürülebilir kalkınma, geleneksel kalkınma yöntemlerinin doğa ve çevre üstünde yarattığı tahribata bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramına ilk defa BM Dünya Doğa Şartı’nda yer verilmiş, BM’nin Ortak Geleceğimiz raporundaysa bu ilke ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Ortak Geleceğimiz raporunda, çevre sorunlarının insan refahını ve dünyadaki yaşamı tehdit ettiği, bu bakımdan sürekli ve dengeli bir kalkınmaya ihtiyaç duyulduğu, ancak bu kalkınma politikasında bugünün ihtiyaçları karşılanırken gelecek soyların ihtiyaçlarından taviz verilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Bunun için ise, sürdürülebilir kalkınmaya dayanan bir adalet anlayışı gerekli olduğuna vurgu yapılmıştır. Genel olarak ekonomik büyümeyle doğal kaynakların korunması arasında bir denge kurulmasını öngören sürdürülebilir kalkınma ilkesi, şimdiki kuşakların ihtiyaçlarının gelecek kuşakların kendi gereksinim ve beklentilerini karşılayabilme yeteneğini tehlikeye düşürmeden karşılanması düşüncesine dayanmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma ilkesi bu bağlamda, ekosistemlerin taşıma kapasitesini dikkate alan bir ekonomik büyüme modelini hedeflemektedir. Sürdürülebilir kalkınma ilkesi ekonomik, ekolojik ve sosyal gelişmenin ayrılmaz bir şekilde bir bütün oluşturduğundan hareket etmektedir. Petrol gibi yenilenemeyen enerji kaynakları yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının tercih edilmesi sürdürülebilir kalkınma ilkesinin hayata geçirilmesini sağlayan yöntemlere örnek teşkil etmektedir.
2. Kirleten Önder İlkesi
Almanya’da illiyet ilkesi olarak adlandırılan kirleten öder ilkesi genel olarak, çevresel zararlara neden olan kişilere neden oldukları zararlarla mücadelenin bedelinin ödettirilmesini amaçlamaktadır. Kirleten öder ilkesi bu bağlamda, çevresel kirlenmeden kimin sorumlu tutulacağını ve bu sorumluluğun nasıl gerçekleştirileceğini açıklamaya çalışmaktadır. Bu ilke, ilk defa 1972’de OECD tarafından kabul edilmiş ve çevre kirliliğinin önlenmesinin yollarından biri olarak ileri sürülmüştür. Kirleten öder ilkesi başka bir deyişle, piyasa ekonomisinin ilkelerinin çevresel zararlara neden olan faaliyetlere uygulanarak, çevresel kirliliğin mali bedelinin karşılanmasına yönelik bir araçtır. Kirleten öder ilkesi, kirletenlere neden oldukları kirlilikle mücadelenin bedelinin ödettirilmesinin yanısıra, çevresel zararlara neden olan kişileri bu zararları azaltmaya ve daha az zararlara neden olacak yöntemler bulmaya da teşvik etmektedir. Kirleten öder ilkesinin karşıtı ise, kirlilikle mücadele nedeniyle oluşan bedellerin toplum tarafından karşılanmasını öngören toplum öder ilkesidir. Kirleten öder ilkesine yöneltilen başlıca 2 eleştiri vardır: a) Parası olan kişiler kirlilikle mücadelenin maliyetini tüketiciye yansıtarak kirletme hakkını satın almış olurlar, bu durum çevrenin zarar görmesinin engellenmesi amacıyla bağdaşmamaktadır. b) Bu ilke kirlenmenin önlenmesi, sınırlanması ve kirlenmeyle mücadelenin masraflarının kirletene yüklenmesine dayanmakta ise, fiyatı belirlenemeyen çevresel unsurların fiyatı nasıl belirlenecek? Kirleten öder ilkesinin hayata geçirilmesine yönelik yöntemlerin en önemlileriyse, kirlilik ücretleri, çevre vergileri, kirlilik sigortası ve teşviklerdir.
3. İhtiyat İlkesi
İhtiyat İlkesi, 1970lerde ilk defa Almanya’da uygulamaya aktarılmış bir ilkedir. İhtiyat ilkesi, bir faaliyetin çevre açısından olumsuz neticeler doğuracağı konusunda ciddi bir şüphenin var olması halinde bilimsel bir kanıtın ortaya çıkışı beklenmeden önleyici tedbirlerin alınmasını öngörmektedir. İhtiyat ilkesinin ortaya çıkmasındaki en önemli etken bilimsel belirsizliktir. Elde kesin bir delil bulunmadığından dolayı çevreye zararlı olduğu ispatlanana kadar bir faaliyetin zararsız olduğunu kabul etmek, çevrenin korunması konusunda alınması gereken tedbirler bakımından ciddi bir engel teşkil edecektir. Çünkü bir faaliyetin ya da maddenin çevreye zararlı olduğunun ispatlanmasından sonra tedbir alınması, bu konuda geç kalınmış olması sonucunu doğurabilecektir. İhtiyat ilkesi, bilimsel belirsizliğin ihtiyatla risk arasında bir tercih yapılmasını gerektirdiği hallerde devreye girmekte, bilimsel belirsizliğin getirdiği riskin yüksek olduğu ve zarar tehdidinin giderilmez olduğu durumlarda, çevresel değerlere öncelik tanınarak çevresel riski oluşturan faaliyetlere söz konusu zarar ortaya çıkmadan önce engel olunmasını amaçlamaktadır. İhtiyat ilkesi bu bağlamda, bilimsel belirsizlik olgusunun çevreyi korumak için girişimlerde bulunmamanın bir gerekçesi olarak kullanılmasının önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, zarar tehdidi, bilimsel belirsizlik ve koruma tedbirleri ihtiyat ilkesinin içeriğini belirleyen temel öğelerdir. İhtiyat ilkesinin uygulamaya aktarılmasına yönelik başlıca araçlar, a) Yasaklama, b) sıkı şartlara bağlanmış izin sistemi, c) ispat yükün tersine çevrilmesi ve d) karar alma usullerinde değişikliktir. İhtiyat ilkesi, günümüzde Özellikle GDO’lu ürünlere izin verilmesi ve baz istasyonlarına ruhsat verilmesine ilişkin karar süreçlerinde önem kazanmaktadır.
4. Önleme İlkesi
Korumak tedavi etmekten iyidir şeklinde özetlenebilecek düşünceye dayanan bu ilke, çevre üstünde olumsuz sonuçlar doğurabilecek faaliyetlerin olabilecek en erken aşamada engellenmesini amaçlamaktadır. Koruyucu hekim mantığına dayanan bu ilke uyarınca ilgili makamlar, daha çevresel sorunlar ortaya çıkmadan harekete geçerek, çevresel tehditleri bertaraf etmelidir. Önleme ilkesi bu bağlamda, mevcut çevresel sorunların giderilmesiyle değil, aksine bu sorunlar daha ortaya çıkmadan önce öncelikle engellenmesiyle ilgilidir. Önleme ilkesi, çevre sorunlarının ortaya çıkmasından önce alınacak tedbirler bu sorunların ortaya çıkmasından sonra tedbir alınmasından daha akılcı ve ekonomiktir anlayışı üzerine kuruludur. Önleme ilkesi, bir bakıma ihtiyat ilkesinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, önleme ilkesinin etkisi ihtiyat ilkesine göre daha düşüktür. Çünkü önleme ilkesi, mevcut bir çevresel tehlikenin söz konusu olması halinde uygulama alanı bulurken, ihtiyat ilkesinde çevresel bir tehlikenin olması önemli olmayıp, potansiyel bir zarar riskinin öngörülebilmesi yeterlidir.
Çevre söz konusu olduğunda sorunların ortaya çıktıktan sonra giderilmesi, ortaya çıkmadan önlenmesinden çok daha maliyetli olabilmekte, kimi zaman giderilmesi mümkün olmayan sonuçlar da doğabilmektedir. Önleme ilkesi sayesinde, çevresel değerlerin korunmasına katkı sağlanmaktadır. Bu noktada, diğer çevre hukuku ilkelerinin esasen önleme ilkesini gerçekleştirmeye yönelik olduğunu belirtmek gerekmektedir2 . Önleme ilkesine, Çevre Kanunu’nun “İlkeler” başlıklı 3. maddesinin (a) ve (b) bentlerinde “kirliliğin önlenmesi” ve “çevrenin bozulmasının önlenmesi” şeklinde yer verilmiştir. Bu görev, başta idare olmak üzere, meslek odalarına, birliklere, sivil toplum kuruluşlarına ve “herkes”e yüklenmiştir. Kanun’un “Kirletme yasağı” başlıklı 8. maddesinin ikinci fıkrasında bu ilke; “kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililerin, kirlenmeyi önlemekle yükümlü olduğu” şeklinde vurgulanmıştır. Kirliliği doğduğu yerde önlemeyi ifade eden “kaynakta önleme ilkesi” ise önleme ilkesinin alt ilkesidir. Kanun’un “İlkeler” başlıklı 3. maddesinin (f) bendinde, atıklar bakımından, “atık oluşumunu kaynağında azaltma” ifadesi kullanılmıştır. Kaynağında önleme ilkesi, mümkün olan en erken aşamada, kirliliğin kaynağında engellenmesine ilişkin olup, böylece çevre kirliliğinin yayılmasının önlenmesi amaçlanmaktadır. Önleme ilkesi ile kirleten öder ilkesinin sıkı bir ilişki içinde olduğu zira önleme ilkesinin, zararın doğumunu engelleyici tedbirlerin alınmasını zorunlu kılmakla, kirleten öder ilkesini tamamladığı ve kirletenin neden olduğu zararı telafi etmesinin değil, önlemesinin talep edildiği belirtilmektedir.
5. Entegrasyon İlkesi
Bütünleyicilik ilkesi olarak da adlandırılan entegrasyon ilkesi, 2 başlık altında ele alınabilir. Dış entegrasyon çevre koruma gereklerinin diğer politika alanlarının şekillenmesi ve yürütülmesinde dikkate alınmasını öngörmekte iken, iç entegrasy11 madde ya da bir faaliyetin yalnızca belli bir çevresel öğe üstünde değil bir bütün olarak çevre bağlamında doğuracağı etkilerin göz önünde tutulmasını gerekli kılmaktadır. Dış entegrasyon bu bağlamda, diğer politikaların saptanmasında ve sektörel faaliyetlerin yürütülmesinde çevrenin korunmasının da dikkate alınmasını ve bu politika ve faaliyetlerde (tarım, ticaret, ulaştırma v.s.) çevre politikasıyla ilgili uyumlulaştırma ve değişikliklerin yapılmasını öngörmektedir. İç entegrasyon ise, sadece belli çevresel öğelerin diğer öğelerden yalıtık bir şekilde korunmasını öngören sektörel yaklaşımın terk edilerek, çevrenin bütüncül bir şekilde korunmasını benimseyen bir bütüncül yaklaşımın uygulanmasını gerektirmektedir.
1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca çevre politikalarının esaslı bir değişime uğramasıyla, bu dönemde, çevrenin diğer politika alanlarını etkilediği gibi bu alanların da çevreyi etkilediği fark edilmiş7 ve daha bütüncül bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmuştur. Bütünleştirme ilkesi olarak da ifade edilen entegrasyon ilkesi bu dönemde önem kazanmıştır. Bu ilke, çevrenin korunması amacının, tüm politika, plan, mevzuat ve faaliyetlerde dikkate alınması ve bunlarla entegre edilmesi, bütünleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu ilkenin önemi ve gerekliliği, Beş Yıllık Kalkınma Planları’nda ve Türkiye’ye yönelik ilerleme raporlarında sürekli vurgulanmıştır.
6. Katılım İlkesi
Çevre hukukunun dayandığı diğer bir ilke olan katılım ilkesi, bireylerin çevresel yönetim sürecinde rol oynamaları, etkide bulunmaları ve böylece kendi yaşamlarını şekillendirecek bu süreci yönlendirmelerini öngörmektedir. Katılım, çevresel kararların demokratik meşruluğunu ve etkililiğini artırmanın yanısıra, halka idari kararların alınması ve yürütülmesi sürecinde denetleme imkanı sağlamakta, devlet yönetiminde şeffaflığı artırmakta, ayrıca ilgili idari birime kararlarına temel oluşturacak sağlam bilgilere erişme olanağı sağlamakta ve idari kararların yerel şartların da göz önünde bulundurularak alınmasını sağlamaktadır. Katılım, halkın karar alım sürecine katılımı, planlama sürecine katılımı, yürütme ve uygulama sürecine katılımı, izleme sürecime katılımı, kontrol ve denetleme sürecine katılımı şeklinde gerçekleşebilir. Halkın katılımının hayata geçirilmesiyse, kişilere çevresel bilgiye erişim olanağının tanınmasıyla mümkündür. Çevresel bilgilere erişim hakkı, bu bağlamda katılım hakkının ön koşuludur. Aarhus Sözleşmesi, çevresel katılım bağlamında önem arz eden en önemli uluslararası antlaşmadır. Ülkemiz bu antlaşmaya daha taraf değildir. ÇED Yönetmeliği, halkın katılımına ilişkin ayrıntılı hükümlere yer veren ulusal bir düzenlemedir. Bu bağlamda önem arz eden diğer bir düzenleme 2004’te yürürlüğe giren Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’dur.
7. İşbirliği ve Eşgüdüm İlkesi
İşbirliği ve eşgüdüm ilkesi, çevre sorunlarının çözümlenmesinde; devletin ve yerel idarelerin, sivil toplum kuruluşlarının, diğer bütün özel işletme ve kişilerin ortaklaşa hareket etmelerini ifade etmektedir. Bunun sağlanması için, karar alma süreçlerine en erken aşamada dahil olunması önem arz etmekte olup, bu durum, işbirliği ve entegrasyon ilkesinin katılım ilkesiyle de bağlantılı olduğunu ortaya koymaktadır. Böylece, mümkün olan en erken aşamada bilgi akışının sağlanması mümkün olabilmektedir4 . Çevre sorunlarının yapısındaki değişmeler ve uluslararası anlaşmalarda gelişmekte olan ülkelerin etkilerinin artması, uluslararası işbirliğinin sağlanmasında, çok taraflı anlaşmaların kullanılmasını daha yaygın hale getirmiştir5 . Nitekim 1972 yılında gerçekleştirilen Stockholm Konferansı sonunda yayınlanan Stockholm Deklarasyonu’nun ilkeleri arasında, çevrenin korunmasıyla ilgili konularda uluslararası işbirliğine, 1992’de Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda kabul edilen Rio Deklarasyonu ilkeleri arasında ise devletlerin ve halkların, deklarasyonun ilkeleri ve sürdürülebilir kalkınma alanında işbirliği yapmasına vurgu yapılmıştır.
👍
YanıtlaSil